2004 yılının Ağustos ayıydı; Çok sıcak bir pazar günü, kardeşlerimle birlikte, Kandıra civarında uygun bir koyda serinlemek için denize gitmiştik. Denizden hiç çıkmıyor, âdeta bir balık gibi suya dalıyor ve derinlerde yüzmeye çalışıyordum. O gün bir hayli yüzmüş ve serinlemiştim. Bu yüzmelerimin sonucunda denizden vücudum mikrop kapmış. Fakat henüz mikrop kaptığımın farkında değildim.
Takip eden hafta çarşamba günü, gündüz saatlerinde rahatsızlık hissetmeye başladım. Tabi ki bunu, her zamanki gibi, klima çarpması veya halsizlik olarak nitelendirdim. Akşam eve rahatsız bir vaziyette gittim. Eşim akşam yemeği hazırlamış, ama ben aç olmama rağmen, hastalık nedeniyle iştahım olmadığından yiyememiştim. Eşim “doktora gidelim” dedi. Ancak ben “yok hanım, sanırım klima çarptı, biraz uyursam geçer” dedim ve yatak odasına gittim. Üşüdüğüm için üzerime kalın bir battaniye attım ve o halde uyuyakaldım.
Hanımım o akşam birkaç defa yanıma geldi “Sana bir şey vereyim. Ne yersin, ne içersin?” diye sordu, sağ olsun. Ben “Lüzum yok, yatayım.” dedim.
Hanımım, bebek beni rahatsız etmesin diye diğer odada uyumuş. Sabah namazı için telefonumun alarmının defaten çalmasından, uyanamadığımı fark etmiş. Bunun üzerine yatak odasına gelerek beni uyandırmaya çalışmış.
Ama ne mümkün! Ben bir türlü kendime gelememiş, tüm tepkilerine karşı kayıtsız kalmışım. Yoğun uğraşları sonucunda uyanmışım ama, eşime sert ifadeler ile, anlamsız bakışlarla bakmaya başlamışım, hanımımı tanıyamamışım. Bu halimden korkan eşim bu durumu hızla aileme bildirmiş ve acil olarak gelmelerini istemiş. Ailem geldiğinde, beni şuurum kapalı vaziyette bulmuş ve apar topar bir arabaya atarak evimize en yakın olan Kartal Devlet Hastanesi Acil Servis’ine götürmüşler.
Hastanede doktorlar gerekli müdahale ve tetkiklerimi yaparak ansefalit teşhisi koymuşlar. Tedavimin yapılması için beni Kartal Devlet Hastanesinin 8. katında bulunan Enfeksiyon servisine yatırmışlar. Ailem doktorlar ile görüşmüş ve beni özel bir hastaneye götürmek istediklerini söylemişler. Doktor, babama “Sakın yapmayın! Bu iş bizim işimiz. Eğer oraya götürürseniz hastayı kaybetme oranınız yüksek. Onlar, bizim kadar bu konuda tecrübeli değiller. Bize bu konuda, bir günde onlarca hasta geliyor. Yalnız İngiltere’de olan şu marka iğneleri getirtirseniz, hastayı %80 hayata döndürebiliriz inşallah. Ama muadil ilacı kullanırsak % 20’lik bir kurtulma ihtimali verebilirim ancak.” demiş. Bizimkiler acil olarak çok pahalı olan iğneleri yurt dışından tedarik etmişler ve tedavi süreci bilincim kapalı vaziyetteyken başlamış.
Perşembe sabahı şuuru kapanan ben, Cumartesi günü öğleden sonra ancak gözlerimi açtım. Tam iki buçuk gün kendimde değildim. Uyandığımda hanımım ve kız kardeşimi başucumda görünce çok mutlu olmuştum ama, dayanılmaz ağrılar içerisindeydim. Bu ağrılar üç gün sürdü.
Hanımıma “kaç gündür namazımı kılmadım, nasıl yapsam?” diye sorunca “Aman dur! Şu an ayağa kalkacak durumda değilsin. Biraz kendine gelmen lazım.” dedi.
Sonra doktorlar bana, 14 gün müşahede altında tedavimin devam edeceğini ve henüz hayati tehlikeyi atlatmadığımı söylediler. Bu, beni üzmüştü.
Yatışımın yapıldığı enfeksiyon servisinde aynı odada 6 kişiydik. Odadaki her bir kişi ciddi manada hastaydı. O zaman hastaneler henüz bugünkü gibi düzenli ve sistemli değildiler. Yani, paranız kadar hizmet alabiliyordunuz.
Her gün iki defa kan alıp hastalığın düzeyini takip ediyor, günde üç defa çeşitli serumlar ve ilaçlar veriliyor, ayrıca ithal gelen iğneler de vuruluyordu. Uyandıktan sonraki ikinci günde, yanımdaki yatağa 55 yaşlarında benimle aynı teşhiste bir adam getirdiler. Refakatçi olarak eşi yanındaydı. Yufka yürekli olan teyze zaman zaman bana da dua ediyordu. Eşine ise herhangi bir ilaç tedavisi henüz başlanmamış, adam sürekli yatmaktaydı. Kendi halimle uğraştığımdan, yeni gelen hastanın tedavisinin neden başlamadığını sormaya fırsat bulamamıştım o gün.
Uyandıktan sonraki 4. gün namaz kılmaya başlamıştım. Hastanenin bodrum katında mescit vardı. Öğlen namazı için mescide inerek namazımı gözyaşları içinde kılmış, uzunca bir dua ile namazımı tamamlamıştım. Namazdan sonra hastanenin bahçesinde biraz oturayım derken, babam telaşla geldi ve bana “Oğlum, hadi, yukarı gel. İğne vaktin geldi” dedi ve yanımdaki hastanın az önce vefat ettiğini söyledi. Şok olmuştum. Hızla yukarı çıktım. Adamın üzerine çarşafı çekmişler, morga götürürlerken, hanımı gözyaşları içinde koridorda haykırıyordu. Kendisine baş sağlığı dilediğimde bana “Kuzum sen gençsin, bari sen kendine dikkat et, bebelerin var” dedi. O an gözyaşlarımı tutamamıştım. Çok üzülmüştüm. Vefat eden adamın yakınlarından, tedavinin maddi imkânsızlıklar sebebi ile başlamadığını öğrendiğimde, adeta yıkıldım. Kendi kendime “Yahu, niye soramadın?” diyerek hayıflandım ve kendime kızdım ama, iş işten geçmişti.
Akabinde içime bir korku düştü, zira hayati tehlikeyi henüz atlatamamıştım. İkindi civarı benden kan numuneleri aldılar. 1 saat sonra hemşire ve doktor yanıma tedirgin bakışlarla gelerek, enfeksiyonumun tekrar arttığını ve mümkünse dışarı çıkmamamı, istediler. Ayrıca, bana verilen ilacın dozunun arttırılacağını belirttiler. O an içime bir korku düştü. O gün, yanımdaki adamın vefatı üzerine psikolojim iyice bozulmuştu ve gece uyuyamamıştım. O akşamki refakatçim küçük kardeşimdi. İşten geldiği için yorgundu, onu yatağıma yatırdım. Ben arada bir kalkıyor, koridorda yürüyordum. Yan tarafımızdaki odada ise bayanlar yatıyordu. Bir teyze çok ağır hastaydı. O da enfeksiyondan yatıyordu. Çok acı çekiyordu. Sürekli inliyordu. Onun sesi kederimi iyice artıyor ve gözyaşlarımı tutamıyordum. Koridorun sonundaki pencereden Maltepe-Esenkent’teki evimi görebiliyordum. Ölümden korkmuyor, geride kalacak eşim ve iki küçük kızımı düşünüyordum. Biri 4 yaşında diğeri ise 1 yaşındaydı. Gözyaşları içinde Allah’a dua ediyordum. “Ya Rabbi, beni evlatlarıma bağışla. Onlar, senin kulların. Evet, sen onların sahibisin. Ben, sana iman ettim ve güvendim. Fakat acizim, acizliğimden sana sığınıyorum. Kendimi teselli edemiyorum. Gücüm tükenmek üzere, bana yardım eyle, bana güç ver. Allah’ım bana yeniden bir ömür bağışla. Hem ben daha senin dinine yeterince hizmet te edemedim. Rabbim bir imkan daha ver, beni hayata bağla, kulluğumu yeterince yapabilme şerefine ereyim. Ayrıca, eşim ve iki çocuğum boynu bükük kalmasınlar.” diyor, gözlerimin yaşı sular seller gibi akıyordu. O gece gözyaşları ile ettiğim duanın haddi hesabı yoktu.
Ertesi gün, aynı enfeksiyon servisinde yan odada yatan, sabahlara kadar sürekli inleyen o teyze de rahmetli olmuştu. Bu haber de, bendeki üzüntüyü iyiden iyiye artırdı. Teyzenin de üzerine çarşafı attılar. Sedyeyle morga götürürlerken ben “İnnâ lillâh ve İnnâ ileyhi Râciûn” diyordum artık. Rabbime olan dualarım gözyaşlarımla birlikte kat be kat artıyor, yüreğim yanıyordu. O sabahki kan numunesi alımından sonra, enfeksiyonum halen aynı seviyede idi, durumumda farklılık yoktu.
Derken aynı gün Çorum’dan, çok yaşlı olmayan hasta bir amca getirdiler. İki gün önce vefat eden şahsın yerine, yanımdaki yatağa yatırdılar. Hemen tedavi işlemlerine başladılar ve maalesef o da 3 saat sonra vefat etti. Artık benim psikolojim harap vaziyetteydi. Daha sabah teyzeyi yolcu etmiştik. Dilim damağım kurumuş yine “İnnâ lillâh ve İnnâ ileyhi Râciûn” diyordum. Bu acılara rağmen, iman şuurum yüreğime baskı yapıyor, kendime “Dayan, kendini salma” diyordum. Fakat iki küçük kızımı ve eşimi düşününce gücümü yitiriyor, halimi Allah’a gözyaşları içinde arz ediyordum.
O akşam yine hastanenin kasvetli koridorunda yürürken, nihayet kendimi toparladım ve dedim ki “Ey Taşkın sen ne kederleniyorsun? Onları, onların sahibine emanet et. O, onları nasıl yarattıysa, sahibi de O’dur.” Ve “Rabbim, ben sana iman ettim, sana dayandım, sana güvendim, şayet olur da benim için hak vaki olursa onların ve benim sahibim sensin. Onları sana emanet ediyorum. Bu, senin bana imtihanın. Benden sana ancak itaat ve boyun eğmek olur. Senin emrine kurban.” diyerek kendimi topladım ve o hal üzere ertesi sabaha ulaştığımda tekrar kan numuneleri aldılar. Sonucu endişe ile bekliyordum. Hemşire, “Enfeksiyonun düşmüş, durumun iyi” dedi.
Yine gözyaşları ile “Ey Allah’ım bu nimetine şükrünü eda etmekte aciz kalıyorum. Ne kadar şükretsem azdır. Sana sonsuz hamdler, şükürler olsun!” dedim.
İğnelerim ve serumlarım devam etti. 10. gündü, Büyükçekmece’den Sinoplu bir genç getirdiler. Genç ciğerlerinden enfeksiyon kapmıştı. Ne annesi, ne de babası vardı. Yetim ve öksüzdü. Kardeşi getirdi bıraktı ve şöyle dedi: “Abilerim, bizim kimimiz kimsemiz yok. Paramız da yok. İki kardeşiz. Benim işe gitmem lazım. Yoksa işten atarlar. Evimiz kira. Abim size emanet.”
Bu hal karşısında ne diyeceğimizi şaşırmıştık. Çaresiz “tamam” dedik. Kardeşi gitti ama gencin durumu çok ağırdı. Sürekli inliyor. Ağzından köpükler geliyor. Parası olmadığından tedavisine başlanamıyordu. Daha önce parasızlıktan vefat eden şahsı düşündüm. Hastanede bizim ile ilgilenen iyi yürekli, candan ve çok samimi bir doktor kardeş vardı. Bu durumu kendisine arz ettim. O da “Devlet para almadan bu işlemlere başlamaz. Ayrıca maaşımın 1/4 kısmı her ay bu şekilde hastalara gidiyor. Buna nereye kadar dayanacağım, bilemiyorum.” demesi üzerine ben, “Hayır, beni yanlış anladın. O çocuğun masrafını halledeceğim İnşallah. Senden ne yapılması gerektiğini öğrenmek istedim” deyince, bana: “Tamam abi, sana ilaç listesini vereyim” dedi.
Kaldığım odada gıda toptancısı bir arkadaş da yatıyordu. Ona dedim ki: “Bu çocuğa yardımcı olacağım inşallah, yoksa ölecek. Görüyorsun, ne parası ne de kimi kimsesi var.”
Gıda toptancısı hasta arkadaş, “Abi, ben de yardımcı olabilir miyim?” dedi. “Gerek yok”, dedim. “Yok, bu hayra ortak olmak istiyorum.” deyince “peki”, dedim. Hafta sonuna denk geldiği için ilaçları aldırma imkanı olmamıştı. Hastane personeli de izinliydi. O gün, gün boyu Yusuf’un inlemeleri ve hıçkırıkları hiç bitmedi. Ağlayarak sızlayarak acılar çekti. Ciğerlerinden köpüklerle birlikte kan geliyor, ara ara müdahaleler yapılıyordu, ama hastalığı ağırdı. Bu inlemeler gece de devam etti. Kendi hastalığımızı unuttuk, onunla sürekli uğraştık. Bir ara bayıldı, vefat etti sandık. O an yine üzülmüş ve elim kolum soğumuştu. Ah çocuğu kurtaramadık, diye hayıflanırken aynı zamanda hemşire diye bağırıyordum. Sonunda hemşireler geldi. Yusuf’u uyandırdılar. Derin bir nefes aldık. İçimiz rahatladı.
Pazartesi günü, bir koli civarı ilaçlarını aldırdık ve Yusuf’un tedavisine hemen başladılar. Uyandıktan sonra 13. günümdü. Yusuf düzelmeye başlamış, bize dua ediyordu. Kardeşi geldiğinde Yusuf’u sağlıklı görünce şaşırmıştı. O da bizlerin yardımından haberdar olmuş, teşekkür ediyordu. Bendeki enfeksiyon artık tamamen azalmıştı. O günden sonra hastaneden taburcu olacaktım. Nihayetinde 14. günümü tamamlamıştım ve Allah bana yeniden bir hayat bahşetmişti. Eşime ve çocuklarıma kavuşmanın sevinci ile evime gözlerim dolu vaziyette girdim. İki kızıma gözyaşları ile sarılıp onları defaten öptüm. Sonra şükür namazı kılarak Rabbime dua ettim…
Âdeta bir zaman tünelinden geçmiş, bir türlü hastaneyi unutamıyordum. Bu yazıyı yazarken sonuna kadar gözyaşlarım bana eşlik etti.
Rabbim tüm hastalara acil şifalar versin.