Uzun zamandır kendisi ile görüşmediğim samimi bir dostum ile telefonda muhabbet edip dertleşirken bir ara oğlunun deizme doğru kaydığını ve gencin kafasının çok karışık olduğunu söyledi. Bu konuda ne kadar üzüldüğünü ve ne yapacağını bilemediğini söyleyerek benden kendisine yardımcı olmamı istedi. Bunun üzerine öncelikle kendisini teselli ederek sabırlı olmasını ve dua etmesini söyledim. Ardından yapmam gereken ne varsa yardımcı olmaya hazırım dedim.
Dostum, “Senin için uygunsa bir akşam oğlum ile görüşmeni rica ediyorum.” dedi. Ben de “Tabii ki olur, uygun bir günümde seni arayacağım ve size geleceğim.” dedim. Buna karşılık bana dua ettikten sonra “Aman çok geç kalma. Allah rızası için en kısa zamanda bekliyorum seni.” dedi.
Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra, müsait bir günümde dostumu aradım ve “Akşam müsaitseniz size gelmek istiyorum.” dedim. O da memnuniyetle, “Müsaidim, akşam seni bekliyorum.” dedi. O günün akşamında dostumun evine gittim. Beni oğlu ile birlikte karşıladı. Önce evin salonunda biraz hasbihâl ettik; güncel meselelerden sohbet edip bir şeyler yiyip içtik. Bir zaman sonra dostumun oğluna “Kardeş seninle baş başa biraz sohbet edelim mi?” dedim. “Tabii ki abi.” dedi ve gencin kendi odasına geçerek yine güncel konulardan konuşmaya başladık.
Konuşmayı yavaş yavaş inanç noktasına doğru getirdim. Bunun üzerine genç kardeşimiz “Ben deist oldum abi.” dedi. Ben de “Demek deist oldun, peki ama neden?” dedim. Bunun üzerine genç arkadaşım, “Peygamberliği ve peygamber kavramını bir türlü zihnimde oturtamıyorum. Bu sebeple deizme doğru yöneldim.” dedi. Sonrasında bu kararı vermesine neden olan zihnindeki sorular ve kuşkularından söz etmesini istedim. O bana mevzuyu memnuniyetle anlatacağını, fakat sözünün kesilmemesini rica etti. Ben de “Sorun yok, ben seni son sözcüğünüze kadar dinleyeceğim.” dedim.
Genç kardeşimiz konuşurken ben konu başlıklarını ve kafasına takılan meseleleri not alıyordum. Kendisini uzun bir müddet hiç araya girmeden, sözünü kesmeden dinledim. Konuşması yaklaşık bir buçuk saat kadar sürmüş, bu sürede kederi ve hüznü de iyice artmıştı. Kardeşimiz, “Abi beni sabırla dinlediğin için sana teşekkür ediyorum ve şimdi anlattıklarıma ve sorduklarıma cevap bekliyorum senden.” dedi. Kendisine, sorularına memnuniyetle cevap vermeye çalışacağımı söyledim. “Sorduğun sorulara kısa cevaplar vermek yerine konuyu genel olarak anlatayım, sen sorularının cevaplarını konun bütününde yakalamaya çalış. Benim yaptığım gibi de not alır mısın?” dedim. “Tabii ki alırım, sizi dinliyorum.” dedi. Ayrıca, “Eğer ben konuşurken sorman gereken bir şey varsa o an sorabilirsin, sözümü kesmende bir beis yoktur.” dedim ve konuya giriş yaptım. Deizm misyonerliğinin etkisi altında kalan kardeşlerimizin faydalanması dileğiyle o kardeşimize verdiğim cevaplar aşağıdaki gibidir:
***
Bir kişi neden peygamber olmak ister? Bunu hiç düşündünüz mü? Peygamberlik toplumlara yönetici olmak, onları yönetmek ve erk sahibi olmak mıdır? Yoksa insanlığın kurtuluşu için kendisini feda etmek midir?
Özellikle Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed peygamberlerin hayatlarına bakalım. Onların krallar ve sultanlar gibi erkten aldığı güçle, zevk, sefa ve zenginlik içerisinde bir hayat sürdürmediklerini rahatlıkla görebiliriz.
Peygamberlerin hayatları sadelik içerisinde; ayrıca çok büyük çileler ve sıkıntılar içerisinde geçmiştir. Peki, tüm bu sıkıntılara katlanarak mücadele etmelerinin gayesi neydi? Peygamberlerin tek bir davası vardı; insanları ve âlemleri yaratan Allah’tan bihaber olan insanlığa Allah’ı hatırlatmak ve Allah’tan vahiy aracılığıyla almış olduğu kuralları insanlara bildirerek onların huzurlu ve mutlu bir yaşam sürmelerini sağlamaktı.
Allah’ın peygamberler üzerine yüklediği bu ağır misyonun psikolojik yükünü normal şartlarda bir insanın taşıması ve ona güç yetirmesi kesinlikle kolay bir iş değildir. Özellikle yaşamış olduğumuz çağ ile geçmiş çağlardaki insanlığın gelişimini kıyasladığımızda bu işin ne denli zor bir görev olduğuna kanaat getireceksiniz. Deistler, günümüz insanının gelişmişlik düzeyini baz alarak peygamberler hakkında çeşitli yorumlarda bulunmaktadır. Oysaki peygamberleri geldiği ve içinde yaşadığı toplumların o günkü gelişmişlik düzeyine göre göz önüne alıp o zaman içerisinde değerlendirerek günümüz ile buluşturmalıyız. Deistlerin kahir ekseriyeti, ön yargılı ve taraflı oldukları için bu empatiye pek yanaşmazlar.
Peygamberlerin gönderildiği zamanlarda insanlık birçok sorunlar ile karşı karşıyaydı. Sosyal yönü zayıftı, ahlaki zafiyetleri vardı, gelişmişliği düşüktü. İletişimi bugüne nazaran en alt seviyedeydi. Hak ve hukuk kavramlarının herhangi bir anlamı yoktu. Bunca olumsuzlukların arasında insanın hayatı ve sürdürülebilir yaşamı tehdit altındaydı.
Geçmişte zorluklar içerisinde varoluş mücadelesi veren insanın bugün gelişmişliği arttı diye sorunları bitmiş midir? Kesinlikle hayır! Sanayi ve teknoloji devrimlerinin ardından sosyal yaşantısında ciddi paradigma değişikliği yaşayan insanlık, teknolojinin ve dijital gelişmişliğinin getirdiği sosyal sorunlar ile boğuşmaktadır. Günümüzün ve geleceğin insani sorunları, geçmişin sorunlarından katbekat daha ileri seviyeye ulaşmış durumdadır. Bu sebepledir ki din geçmişte insanlığın yaşamının devamı ve sürdürülebilirliği için nasıl çok önemli ise gelecekte de yaşanacak çok üst seviye değişimler (Dehşet Verici Gelecek Geliyor, Peki Hazır Mıyız?) için yine insanlığın olmazsa olmazıdır.
Günümüze ve geleceğe yönelik açmış olduğumuz bu paragraftan sonra yazıya kaldığımız yerden, geçmişten devam edelim. İnsan geçmişte kendi anatomisinden, psikolojisinden ve içinde yaşadığı evrenden de bihaberdi. Tabii ki o dönemlerde insanların kurduğu ve bir arada yaşadığı devletler vardı, fakat kanunları, kuralları ve yönetimleri ilkel ve monarşisti. Güç kimde ise kuralı o koyar, insan hayatına ve dahi sosyal yaşama istediği şekilde müdahil olurdu. Miladi takvimin başlangıcının öncesinde ve sonrasında insanlığın tarihi çok acı olaylar ile doludur. Eski dönemlerde insanın insana yapmış olduğu sınırsızca eziyetlerin ve zulümlerin tarifini yapmaya ne vicdan ne de yürekler dayanmaz. Öylesine zor ve karmaşık bir dönemde bir topluluğa “Ben peygamberim, sizi Allah’a kulluğa davet ediyorum. Sizlere Allah’tan emirler, kurallar getirdim.” diye ortaya çıkıp onları Allah’a çağırmak gerçekten peygamber olmayan ve Allah tarafından desteklenmeyen biri için o günün şartlarında inanılmaz derecede zor bir eylemdi şüphesiz.
İnsanlığın ilk evreleri sayılacak o çağlarda bunu yapmak hakikaten ateşten gömlek giyinmek ile eşdeğerdi. Peygamberler bulunduğu toplum tarafından yalancılıkla itham edilen, hor görülen, aşağılanan; ayrıca ailesi ve yakın çevresiyle birlikte baskılara maruz kalan müstesna şahıslardı. Kim bir menfaati olmadan sırf insanlar mutlu, huzurlu, doğruluk ve adalet içerisinde yaşasın diye bu ağır misyonu üzerine alıp kendisini, çevresini ve ailesini huzursuz eder ki? Eğer Allah ile irtibat yoksa bunu niçin yapsınlar ki? Başlarını insanlığın en zor zamanlarda niçin belaya koysunlar? Kendinizi onların yerlerine koyup o zamanlara giderek empati yapmalısınız. Siz olsaydınız bu işi yapar mıydınız? Şahsım olarak ben bu empatiyi bir kez yaptım ve buna ilahi bir destek olmadan güç yetirmenin mümkün olamayacağını tüm hücrelerimin sayısınca kanaat getirdim.
Peki, onlar bunu neden yaptılar? Yaratılıştan sonra çoğalan ve yeryüzüne dağılan insanlık sosyal gelişiminin emekleme çağlarında kuralsız ve sınırsız davranışlar ile hem kendisine hem de birlikte yaşadığı insanlara zarar vermekteydi. İnsan o dönemlerde kedisini ve çevresindekileri nasıl idare edeceğini ve onlar ile birlikte nasıl yaşayacağını tam manası ile bilmemekte ve bu konuda ciddi sorunlar yaşamaktaydı. Bu duruma şahit olan Yaratıcı, acı çeken, acı çektiren, zulüm yapan, zulüm gören, gayri ahlaki zaaflar içerisinde olan insanlara kendisini hatırlatmak ve onları doğru yola sevk etmek için peygamberler gönderdi.
Peygamberler geldikleri milletlere ve toplumlara öncelikli olarak Allah’ın varlığını ve tek yaratıcı olduğunu hatırlattılar. Sonrasında Allah’ın gönderdiği ilahi kuralları insanlara bildirerek onların hayatlarını düzenlemelerini ve bu doğrultuda mutlu ve huzurlu yaşamalarını sağladılar. İnsanları adalete, doğruluğa, dürüstlüğe, merhamete ve ahlaklı olmaya çağıran peygamberlerin bu misyonlarının ağır yükü onlar için çok meşakkatliydi. Peygamberler toplumları sevk ve idare edip insanlığa Allah’ın dinini tevdi ettikten sonra onlar da her insan gibi dünyadan göçüp Rablerine kavuştular. Vefat edip yaratıcısına kavuşan peygamberlerin ardından belli bir süre geçince insanlar dinlerini bozmaya ve peygamberlerinin öğretilerini tekrar unutmaya başladılar. Allah, dinlerini bozan ve bunun sonucunda tekrar sıkıntılar ve sorunlar ile karşı karşıya kalan insanlığı kurtarmak, onlara yardım etmek için her defasında yeni peygamberler gönderdi.
Allah tarafından gönderilen birçok peygamberin gelişi insanlığın manevi, ahlaki ve sosyal yönden gelişmesine vesile oldu. Ayrıca her peygamberin yaşantısının ve öğretilerinin birikimleri de insanlığa hayata dair sorun ve meselelerde çözüm örnekleri ile yol gösterici oldu. Allah, insanların manevi ve sosyal yaşantısını peygamberleri aracılığıyla belli bir kıvama ulaştırdıktan sonra artık insanlara sürekli peygamber gönderip onları uyarmayacağını son peygamber olan Hz. Muhammed ile bildirmişti.
Ezcümle, hayatlarını Allah yoluna adayan peygamberleri reddeden deistler, peygamberlerin tarihini ne kadar biliyorlar? Bu iş, yani insanlığın kurtuluşuna ve huzuruna önderlik işi, o kadar ağır ve çileli bir iş ki buna katlanmak ve bunun için mücadele etmek için insanüstü bir efora ihtiyaç var. Aileleri olan, düzenli bir hayatları olan peygamberler tüm bunları bir tarafa bırakarak bu çileli yola niçin giriyorlar?
***
Peygamberlerin Hayatlarında Vazgeçtikleri İmkânları ve Fırsatlardan Bazı Örnekler
Hz. Musa’nın Fırsatları ve Tercihi
Hz. Musa, firavunun sarayında firavunun ailesi tarafından evlatlık alınmış ve onların koruması ile sarayda büyümüştü. Hz. Musa isteseydi o sarayda en iyi makama yükselir, hatta belki de o dönemin firavunun yerine dahi gelebilirdi. Fakat Musa peygamber firavun sarayının tüm muhteşem imkânlarını elinin tersi ile itmiş, kendisine Allah tarafından tevdi edilen zor bir misyonun altına girmiş ve ağır bedeller ödemişti. O dönemin şartlarında hangi insan böylesine büyük bir imkâna ve fırsata yüz çevirirdi? Tek derdi insanları Allah’a çağırmak ve onun buyruklarını insanlara duyurmak olan Hz. Musa, firavun gibi zalim birinin zulmüne maruz kaldı. Bunun yanı sıra kavmi tarafından da kendisine itaatsizlik edilen Hz. Musa’nın hayatı sıkıntı ve zorluklar ile geçmiştir.
Hz. İsa’nın Fırsatları ve Tercihi
Roma İmparatorluğu’nun zülüm ve baskılarından bunalan Museviler (Yahudiler), İsrailoğullarından gelecek yeni peygamberi, kurtarıcıyı bekliyorlardı. Beklenen yeni peygamber geldiğinde, tıpkı Hz. Musa’nın Yahudileri firavunun elinden kurtardığı gibi, onun da kendilerini Roma İmparatorluğu’nun elinden kurtaracağını düşünmekteydiler. Nihayetinde beklenen resul Hz. İsa hem insanlığa hem de İsrailoğullarına rahmet peygamberi olarak gelmişti. Fakat Yahudiler bu gelen peygamberin yalnız kendi ırklarına has bir peygamber olmadığını gördüklerinde Hz. İsa’dan yüz çevirerek onu dışlamaya başladılar.
Yahudiler, kendilerini Hz. Davut peygamberin dönemindeki muhteşem ve görkemli çağlarına kavuşturacak bir peygamber bekliyorlardı. Maalesef Allah Yahudileri üstünlük kuruntuları sebebi ile bu sefer şaşırtmıştı. Hz. İsa hem Yahudilerin hem de Roma İmparatorluğu’nun baskıların maruz kalmış, âdeta çileli ve çok zorlu bir hayat sürdürmekteydi. Geçmişte bazı peygamberlere verilen mucizevi hâller Hz. İsa’ya da verilmiş ve Hz. İsa Allah’ın dilemesi ile birçok mucizeler göstermekteydi. Buna rağmen Yahudiler ve Romalılar ona iman etmekten geri duruyorlar ve onu kahinlikle, büyücülükle suçluyorlardı.
Hz. İsa gerçekten de çok çileli bir peygamberlik dönemi geçirdi. Eğer Hz. İsa İsrailoğullarının istediği gibi bir peygamber olsaydı onlar onu el üstünde tutar ve bağırlarına basarlardı. Oysa o âleme rahmet olarak gelmişti ve derdi insanlığın kurtuluşuydu. Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesi onun yaşamında toplum tarafından psikolojik bir baskı unsuru oldu. Ayrıca o dönemin en güçlü devleti olan Roma İmparatorluğu ve İsrailoğullarının baskılarına maruz kaldı. Hangi insan peygamber olmadığı hâlde böylesine zor bir ortamda peygamberlik iddiasında bulunup bu kadar acı ve çileye dayanır?
Hz. Muhammed’in Hayatındaki Fırsatları, İmkânları ve Tercihi
Hz. Muhammed, Arap Yarımadası’nda tanınan bir iş adamı olarak ithalat ve ihracat için Hint Okyanusu, Basra Körfezi ve Akdeniz kıyılarındaki birçok ülkeye seferler yapmıştı. Bu ticari seferlerinde bugünkü Yemen, Suriye, Irak, Umman, Bahreyn, Ürdün, Etiyopya ve İpek yolunda bulunan birçok ticaret merkezlerine defalarca gitmişti.
Kervanlarla yaptığı iş seyahatlerinin dışında Mekke’de bulunan toptancı hâlinde ticari faaliyetlerini sürdürür, ayrıca yılın belli zamanlarında kurulan bölgenin en önemli panayırlarında çok başarılı ticari faaliyetler gerçekleştirirdi. 25 yaşında Hz. Hatice ile evlendikten sonra 40 yaşına kadar olan sürede Hz. Hatice’nin ve kendisinin servetini artırarak zenginliklerine zenginlik kattı. Ticarette başarıyı elde etmiş dürüst, merhametli ve ilkeli bir iş adamı olarak ünü birçok bölgeye yayılmış, herkes onun adını duymuş ve onu konuşmaktaydı.
Hz. Muhammed’in başarısının sırrının ticari ahlakından ve güvenirliğinden geldiğini gören birçok tüccar onu örnek almaya ve takip etmeye başlamıştı. Ticaret hayatında başarılı bir iş adamı olarak zengin ve müreffeh bir hayat sürmesi gerekirken o, farklı, hüzünlü ve dertli düşüncelere dalmıştı.
Hz. Hatice ve Hz. Muhammed yıllarca kazandıkları birikimlerini ve zenginliklerini iyi bir ticaret olan “Allah ile ticaret”te; yani Allah rızasını ve cenneti kazanmak yolunda, Allah için harcadılar. Onlar tercihlerini hiç tereddüt etmeden ebedi âlemden yana kullandılar, yatırımlarını oraya yaptılar. Eğer ilahi bir çağrı olmasaydı Hz. Muhammed ve eşi Hz. Hatice, iş hayatlarının zirvesindeyken tüm servetlerini bu uğurda harcarlar mıydı? Bunu neden yaptılar peki?
Mekke’nin o günkü durumu, onu yeni girişimciliği olan sosyal girişimciliğine hazırlamaya başlamıştı. İçinde bulunduğu toplumun nesnelerden yapılan putlara tapması, insanın onurunun ve insan hayatının değersiz olması, güçlünün zayıfı ezmesi, akla ve vicdana sığmayacak ahlaksız hayatların olması; can, mal ehemmiyetinin olmayışı, hak ve adaletin tükendiği toplumun ve toplumların bu gidişatı, onu derinden etkilemekte, insanlığın sorunlarını kendine dert edinmekteydi. İnsanlık içine düştüğü bu buhrandan nasıl kurtulabilir sorusunu kendisine defalarca soruyor, çareler düşünmek için şehrin dışında ıssız bir yer olan Cebel-i Nur Dağı’na gidip orada zaman zaman inzivaya çekiliyordu. İşte bu durumlar artık peygamberliğinin de ön işaretleriydi. Allah, yeryüzüne göndereceği son peygamberini çağırmaya ve ona peygamberlik görevini tevdi edeceğini hissettirmeye başlamıştı.
Allah dileseydi peygamberliği daha erken yaşlarda da kendisine verebilirdi. Fakat peygamberine hayatı tanıması, görmesi ve dertlenmesi için kemalat yaşı olan 40 yaşına kadar bir süre tayin etmişti. 12 yaşından itibaren 40 yaşına kadar olan süre zarfındaki ticari hayatı, onun için adeta bir okul olmuş ve Allah peygamberinin “kişisel gelişimini” sağlamasına imkân tanımıştı. Hz. Muhammed tüccarlık yapmamış olsa, Mekke’de yaşayacak, küçük bir belde olan Mekke’de sade bir hayatı olacaktı. Oysa ki tüccar olarak birçok ülkelere ticari seyahatler yaptı. Bu seyahatlerinde Mekke dışındaki farklı milletleri, sosyal tabakaları, insanları ve dünyayı tanıdı. Ticaretin ve tüccarlığın Hz. Muhammedin ‘’kişisel gelişiminde’’ ve “vizyon sahibi” olmasında çok önemli etkisi oldu. Ticaretteki başarısı ve dürüstlüğü ona hem Arapların içerisinde hem de farklı milletlerde önemli bir şahsiyet kazandırmıştı. Allah, Hz. Muhammed’e peygamberliğini 40 yaşında tevdi etmişti ve bunun bir anlamda; Allah, peygamberini hayatın içerisinde hazırlıyordu diye de düşünebiliriz.
Hz. Muhammed’in Hayatındaki Evlilik Yükü
Hz. Muhammed’in peygamber olmadan önceki doğduğu ve yaşadığı şehir olan Mekke’de cinsellik noktasında birçok gayri ahlaki ve akla zarar uygulamalar ve serbestlik vardı. O dönem cinselliği sınırlayan ahlaki kuralların birçoğu ayaklar altına alınmıştı. İşte böyle bir dönemde genç bir erkek olarak yaşayan Hz. Muhammed, kendisini gayri ahlaki cinsel oluşumlardan korumuş ve Allah’ın rızasıyla bağdaşmayacak her türlü durum ve olaydan uzak durmuştu (Hangi genç erkek cinselliğin sınırsızca yaşandığı bir ortamda kendisini bu denli koruyabilir? Varın bunu siz düşünün?)
Peygamberliğini ilan eden Hz. Muhammed’e ağır hakaretlerde ve iftiralarda bulunan Mekkeliler onu aşağıladılar, ona mecnun dediler, büyülenmiş dediler, bölücü dediler… Birçok söz söylediler, fakat iki şey hakkında tek söz edemediler ona. Biri doğruluk ve eminlik yanı, ikincisi ise namuslu yanı. Bu iki unsurdan dolayı Hz. Muhammed’e herhangi bir iftira ve söz söyleyemediler, çünkü o emin, doğru, dürüst ve namuslu bir şahsiyetti.
Hz. Muhammed genç ve Mekke’yi yöneten önemli sülalelerden birinin güzide çocuğuydu. Her kadın onun gibi dürüst, temiz, doğru, ahlaklı, tüccar ve asil biri ile evlenmek isterdi. Ayrıca, her baba da kızının böylesine sağlam karaktere sahip bir gençle evlenmesini isterdi. Çünkü o günün şartlarındaki Mekke’de böyle şahsiyetler bulmak çok zor, neredeyse imkânsız gibiydi.
Peki, Hz. Muhammed ne yaptı? Kendisinden 15 yaş büyük olan ve daha önce iki evlilik yapmış bir hanım olan Hz. Hatice ile evlendi. Genellikle erkekler evlilik için yola çıktıklarında evlenecekleri bayanın kendilerinden en az 4 veya 5 yaş küçük olmasını, ayrıca güzel olmasını isterler. İstisnalar hariç hemen hemen her erkeğin düşüncesi genelde bu şekildedir. Böyle bir evliliği acaba hangimiz nefsimize uygun görürdük? Denilecek ki Hz. Hatice zengin bir hanımdı ve Hz. Muhammed onun mal varlığına ve zenginliğine sahip olmak için bu evliliği yaptı (haşa!). Bunun böyle olmadığına aşağıda tanık olacaksınız.
Hz. Muhammed ve Hanımı Hz. Hatice’nin Zenginliğin Zirvesindeki Seçimleri
Peygamberliği öncesinde, bir tüccar olarak girişimciliğinin zirvesindeyken Hz. Muhammed’in yolu, Mekke’nin en ünlü, zengin ve şahsiyetli tüccar hanımlarından biri olan Hz. Hatice ile kesişiyor ve Hz. Hatice ile uzun yıllar sürecek iş ortaklığı (emek sermaye ortaklığı) yapıyordu. Hz. Muhammed uzman bir tüccar olarak bilgi ve tecrübesi ile Hz. Hatice’nin servetini yönetmeye başlamış; bu ortaklık ile yükü ve sorumluluğu bir hayli artmıştı. Hz. Hatice’nin kervanı Mekke’nin en büyük kervanıydı. Bu kervanın yöneticisi olarak ithalat ve ihracat için uzak bölgelere seferlere başlamış, yapılan seferler kazançlı ve bereketli geçmiş, büyük ticari başarılar elde edilmişti.
Birlikte çalıştıkları süreçte Hz. Hatice’ye iyi kazançlar sağlayan Hz. Muhammed, ahlakı, dürüstlüğü, nazik yapısı, başarısı ile Hz. Hatice’nin dikkatini çekmiş ve gönlünde yer etmişti. Bu iş birliği bir müddet sonra Hz. Hatice ile evlenmesine vesile olmuştu. Hz. Hatice, Mekke’nin en zengin hanımı ve önemli bir şahsiyeti olması sebebiyle birçok erkeğin evlenmek istediği bir hanımdı. Ama o birçok üstün meziyeti olan Hz. Muhammed’i tercih etmişti. Bu evliliğin ardından iş ortaklıkları daha da güçlendi. Evliliklerine rağmen Hz. Muhammed, Hz. Hatice’nin servetini üzerine almadı, önceki ticari ortaklıkları olduğu gibi devam etti.
Hz. Muhammed, Hz. Hatice’nin vefatının öncesinde ikinci bir evlilik yapmadı. Hz. Hatice’den sonraki evlilikleri 53 ile 63 yaşları arasında oldu. 13 evlilik yapan Hz. Muhammed’in bu evlilikleri polijenik ve politikti. (Özellikle geçmiş dönemlerde polijenik evliliğin devletlerin yönetiminde ne denli etkili olduğuna tarihî kaynaklara bakınca görmekteyiz. Polijenik evlilikte devleti veya bir toplumu yöneten erkekler birçok farklı devlet, millet ve kabileden kadınlar ile evlenerek çevresinde sosyokültürel, ekonomik, siyasi, demografik etki oluşturarak nüfus sahibi olmaktaydılar.) Ömrü 63 yıl olan bir peygamber son bir yılındaki hastalığını da göz önünde bulundurursak 53 yaşından sonra ancak 9 yıl diğer hanımları ile birlikte yaşıyordu. Peygamberimizin bu kadar çok evlilik yapmasını cinsellik ile bağdaştıranlar da oluyor ne yazık ki.
Soru: 20-25 yaşlarındaki bir erkeğin cinsel durumu (gücü) ile 53 yaşındaki bir erkeğin cinsel durumu aynı mıdır? Bunun aynı olmadığı bir realitedir. Hz. Peygamberin derdi cinsellik olsaydı, gençlik yıllarında yaşamış olduğu ahlaki değerlerin ayaklar altında olduğu o toplumda bu tarz isteklerini kolaylık ile giderirdi. Ayrıca, Hz. Hatice ile evliyken de yine birkaç evlilik yapabilirdi.Bu durumda da onu kimse yadırgamazdı, çünkü yaşadığı toplumun geleneklerinde bu şekilde evlilikler zaten vardı.
Gençliğinde maddi ve bedeni imkânları varken kendisinden yaşça büyük bir hanımla evlenip ta ki o hanımın vefatına kadar herhangi bir evlilik yapmayan Hz. Muhammed’in yaşlılık döneminde o kadar fazla sayıda hanımla evlenmesinin izahı ancak politik yani polijenik evlilikler yapmış olmasıdır. Bunun yanı sıra Hz. Muhammed’in peygamberlik görevi nedeni ile vahiy alması, dinin tebliği için gecesini gündüzüne katması, çok ibadet yapması, insanların dertleri ile ilgilenmesi ve inanamayanlar ile olan mücadelesi onun yoğun ve aktif bir hayat yaşamasına sebep oluyordu. Tüm bu etkenlerin içerisinde yaşı ilerlemiş, kafası rahat olmayan ve sürekli sorunlar ile uğraşan peygamberin cinselliği tutku hâline getirmesini düşünmek akıllara zarar olsa gerek. Böylesine yoğun bir hayatın erkeğin cinselliğini o kadar da kolay ve rahat yaşamasına olanak vermez.
Bunu diyenler ya insanı tanımıyorlar ya da insan anatomisinden bihaberdirler. Tabii ki Hz. Muhammed bir melek değildi ve her insan gibi onun da cinsel bir hayatı vardı. Fakat bunun deistler ile ateistlerin attıkları iftiralar ile hiçbir alakası yoktur. Peygamberin evliliklerini yukarıda özetlediğimiz konu bağlamında değerlendirdiğimizde, evliliklerin peygambere ne kadar ağır yük ve sorumluluklar getirdiğini eminim ki bu konuda iftira atanlar da anlamış olacaktır.
Hz. Muhammed’in Hayatında Çok Önemli Yere Sahip İki Hanımı
Hz. Muhammed’in hayatında iki önemli hanımı vardı; biri Hz. Hatice, diğeri ise Hz. Aişe idi. Hz. Hatice, şefkati, merhameti ve adanmışlığı ile Hz. Muhammed’e kol kanat gererek onun davasında yani peygamberlik yürüyüşünde maddi, manevi en büyük destekçisi olmuştu. Hz. Aişe ise zeki, akıllı; İslam’ı, Kur’an’ı ve peygamberi en iyi anlayan şahsiyetlerden biri olarak peygambere güçlü ilmî yapısıyla destek olmuş, ayrıca genç yaşta peygamber hanımı olmayı kendi isteği ile kabul etmiş ve Hz. Meryem gibi kendisini Allah’ın dini İslam’a adamıştı. Hz. Aişe peygamberin vefatından sonra da kesinlikle herhangi bir erkek ile evlenmemiş ve hayatını dini uğrunda mücadele ile tamamlamıştı. Allah özellikle bu iki hanım ile zor ve çetin bir görev üstlenen peygamberine yardımcı olmuş ve onu desteklemişti.
Hz. Muhammed’e inanmayan Mekkeliler, İslam’ı anlatmaması ve dinden vazgeçmesi için kendisine çok sayıda teklif yaptılar. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
“Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini sen olasın.”
“Eğer, bir şeref peşinde isen seni kendimize reis yapalım.”
“Yok eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evham; cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedavi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım.”
Mekkeliler Hz. Muhammed’e tekliflerini yaptıktan sonra Hz. Muhammed onlara “Söyleyecekleriniz ve teklifleriniz bitti mi?” diye sorar. Onlar da evet derler.
Bunun üzerine Hz. Muhammed onlara, “O hâlde, şimdi beni iyi dinleyin.” der ve besmele çekerek Fussilet Suresi’nin 1-36 arasındaki uyarıcı ayetlerini okur ve tekliflerini geri çevirir.
Eğer Hz. Muhammed mal, makam, şöhret ve mevki peşinde koşan biri olsaydı bu teklifleri reddeder miydi sizce?
Hz. Muhammed Neden Hz. İsa Gibi Benzer Mucizeler Göstermedi?
Hz. İsa’ya verilen mucizelerin amacı mensubu olduğu İsrailoğulları topluluğuna ve insanlara peygamberliğini ilahi olarak kanıtlamaktı. Özellikle İsrailoğullarına gelen peygamberlerin çoğu mucizeler gösterdiği için onlar yeni gelen peygamberden yine mucizeler bekliyorlardı. Hz. İsa onlara mucizeler göstermişti, fakat “Ben bir kavme değil tüm insanlığın kurtuluşu için gönderildim.” demesi üzerine İsrailoğulları ondan yüz çevirmişlerdi.
Hz. İsa’dan sonra onun getirdiği dine inandılarsa da mucizeleri İsa peygambere izafe ederek onu tanrılaştırdılar. Peygambere tanrının oğlu unvanını vererek dini, mecrasından çıkardılar. Bugün 2 milyar civarındaki Hristiyan’ın tevhit (Allah’ın tek yaratıcı olması) inancından sapmasına neden oldular. Allah yeni bir Hz. İsa vakası yaşanmaması için bu türden mucizeleri Hz. İsa’dan yüzyıllar sonra gelen son peygamberine vermedi. Çünkü insanlar bu mucizeleri peygamberlerin şahıslarına izafe ederek dinde tahrifat yapıp, mucizenin asıl sahibi olanı unutup mucizeye vesile olana itibar etmeye başladılar. Allah, kullarına kendisini hatırlatması ve ona inanması için elçi olarak yolladığı peygamberi Hz. İsa’yı tanrılaştıran insanları uyarmak ve onlara buyruklarını bildirmek için yolladığı son peygamberine “Artık sen sadece insanlara öğüt ver, çünkü sen yalnızca bir uyarıcısın. Onların üzerinde egemen biz zorba değilsin.” dedi. Yani insanların inanıp inanmamalarını kendi sorumluluklarına bağladı.
İslam; Allah’a ortak koşmayı, yani Allah ile birlikte başka herhangi bir varlığa inanmayı kesinlikle yasaklamak üzere gelmiştir. Yalnızca Allah’a inanmayı öngören tevhit dinidir. Hedefi, insanı, insanlara, nesnelere ve diğer yaratılmış varlıklara tapınmaktan ve kölelikten kurtarıp bir tek yaratıcısı olan Allah’a kul ederek özgürlüğe ulaştırmaktır.
Hz. Muhammedin bizatihi kendi şahsiyeti Müslümanlar için en büyük mucizedir. Bundan başka bir mucize aramaya gerek yok. Müslümanların iki cihanda önderi olan Hz. Muhammed salat ve selam olsun.
Din Durağan mı?
Hz. Muhammed’in vefatından sonra İslam dini durağan olmamış, yaşamın ve insanlığın gelişimi ile birlikte din de gelişim sağlamıştır. Bu gelişim iki şekilde olmuştur. Birincisi insanın hayatına giren yeniliklere ve ihtiyaçlara yönelik olarak temel ilahi yasa çerçevesinde bir gelişim ki İslam dini bu konuda geleceğin yegâne dinidir. İlk zamanlar bu yöndeki gelişim; peygamberden sonra gelen halifeleri, peygamberin ailesi, yakın dostları ve arkadaşları tarafından sağlanmıştır. Referans olarak da Kur’an ve peygamberin pratik hayata aktardığı öğretileri baz alınmıştır. Sonrasında gelen alim ve ilahiyatçılar da aynı yöntemle günümüze kadar İslam’ın ana omurgasına bağlı kalmakla bu gelişime katkı sağlamıştır.
Olumlu yönde olan, Müslüman’a ve insanlığa katkı sağlayan bu konudaki her gelişim dinin anlaşılması ve yaşanması için büyük bir kazanım olmuştur. Tabii ki bu gelişimin olumlu yanları olduğu gibi olumsuz yanları da olmuştur. İslam literatüründe bu olumsuzluklara hurafe denmektedir. Hurafe; Kur’an’da veya peygamberin hayatında olmayan ve Müslümanların inancına ve yaşantısına zarar veren, İslam’a isnat edilen söz, fiil, eylem ve davranışlardır ki günümüzün en büyük dinî problemlerinden biri budur. Bu da insanın her konudaki algılama ve anlama kapasitesi ile alakalıdır büyük oranda. Bu durum yalnızca din için geçerli olmayıp insan hayatının birçok alanında karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepledir ki insanlar, özellikle yeni kuşaklar bu tarz akımların ve kişilerin etkisinde kalarak dini anlamakta zorluk çekiyorlar.
İnanın, bu dinin müntesipleri olarak bizler de o akımları ve şahısları anlamakta zorluk çekiyoruz. Hatta “Allah Allah bu adam hangi dini anlatıyor!” diye kendi kendimize sualler sorduğumuz zamanlar da oluyor. Ve inanın cevabını bizler de bulamıyoruz bazen. Bu konuda kesinlikle dikkatli olunmasını, ayrıca kesinlikle dinin ehil şahıslara ve sağlam kaynaklara müracaat edilerek öğrenilmesini tavsiye ediyoruz. Dini heva ve heveslerine uydurmuş, onu kullanıp kendisine bir geçim kaynağı yapmış, ayrıca şov ve şöhret peşinde olan kişilerin olumsuz etkilerinden rahatsız olan ve bu sebeple din ile arasına mesafe koyan insanlar için üzülmekteyiz. Onlara tavsiyemiz, dini asıl kaynağından ve bu konuda ehil olan kişilerden öğrenmeleridir.
İslam Öncesi Diğer Dinlerin ve Kitapların Hükmünü Ne Bitirdi?
Esasında biten ne bir din ne de bir kitap var. Allah’ın bize bildirdiği din, ilkinde ne ise yine aynıdır. Peygamberlerin hepsinin misyonu aynıydı. İlk peygamberden son peygambere kadar bu böyledir. Allah, peygamber gönderir, insanlara öğüt verir ve onları uyarır. İlk zamanlar insanlar bu öğütlere olduğu gibi inanır ve hayatlarını ona göre tanzim eder fakat bir süre sonra insanlar Allah’tan gelen öğütleri ve peygamberlerin öğretilerini çarpıtmaya başlar. Dini kendi istek ve arzularının yaşam formuna uydurarak dinin mecrasından uzaklaşmış olurlar. İşte o zaman gerisin geriye başa dönmüş olunur. Peygamberler yaşadıkları sürece kendilerine vahiy olunan ayetleri bir kitap hâline getirmek için uğraşmaz ve uğraşmaya zaten vakitleri de olmaz. Genellikle peygamberlerin ardından kendisine inananlar bu misyonu üstlenir ve ayetlerin kitaba dönüşmesini sağlarlar.
Kitapları derleyen ona inanan kişiler ya eksik ya da abartı katkılar ile dinin muhteviyatını bozarlar. Örnek olarak Musa peygamberin Allah’tan alıp insanlara bildirdiği emirleri barındıran kitap olan Tevrat’ı derleyenler, kitabın evrenselliğini bitirip onu yalnızca bir kavmin kitabı hâline getirmişlerdir. Oysaki Hz. Musa peygamberin insanlara bildirdiği din evrenseldi ve tüm insanlık içindi. Fakat ne olmuş ve nasıl olmuşsa zamanla bir kavme özel bir din hâline dönüştürülmüştür ne yazık ki. Hristiyanlar ise Hz. İsa’dan sonra derleyip topladıkları birçok farklı İncil ile dini tamamen mecrasında çıkararak, dine birçok batıl unsurlar katarak Hz. İsa’yı tanrının oğlu ilan etmişler.
Oysaki Allah, peygamberleri evrensel olarak tüm insanlığa yollamıştı. İşte bu konuda yani Hz. Muhammed’den sonra Kur’an’ı toplayıp kitap hâline getirmek isteyen Müslümanlar, geçmişte kitapların başına gelenlerin Kur’an’ın başına gelmemesi için çok dikkatli davranmışlardı. Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini dikkatlice, şahitler ve senetler ibraz edilmek sureti ile topladılar. Öncekilerin düşmüş olduğu hataya düşmediler. Neticede insan anlama ve anlamlandırma sorununu kaynaklar sağlam olsa da yaşarlar, çünkü insan kendi bilgi, duygu ve düşünce dünyasına göre yorum yapmaya önem verir. Yani ne yaparsanız yapın tevil ve farklı yorumların önüne geçmek hayatın her alanında karşımıza çıkmaktadır. Fakat bu, sözün özünü, kaynağını ve aslını asla değiştirmez. Bize düşen de farklı yollardan da olsa özlem duyulan bu öze kavuşmaktır.
Semavi Olmayan Dinlerde İlahi Dinlerden Gelen Mesajlar ve Peygamber Öğretiler Olabilir.
Diyeceksiniz ki semavi olmayan dinlere ne demeli? Bu dinlerde geçmişte gelen ilahi dinlerin bozulmuş hâllerinin birer yansıması olduğu aşikâr, çünkü semavi olmayan dinlerin yapılarına bakıldığında, birçok kural ve ibadet şekillerinin ilahi dinlere çok benzediğini görülmektedir. İnsanlığın yoğun yaşadığı yerler olan Asya ve Afrika bölgesindeki insanların yaşayışlarına ve kendi inançlarına baktığımızda, bu insanların çok eski atalarının bir din veya peygamberle yollarının kesiştiği izlenimi bariz bir şekilde görülmektedir. Kur’an’da bildirilen peygamber sayısından çok fazlasının Allah tarafından dünyaya gönderildiği yine hem Kur’an’da hem de hadislerde bildirilmektedir. Semavi olmayan dinlere yönelik derinlemesine iyi bir çalışma yapılırsa o dinlerin geçmişlerinde ilahi bir dinin izleri olduğu tespit edilebilir. Fakat bu ne kadar mümkün ve ne kadar geriye gidip araştırma yapılabilir, onu bilemiyoruz.
Peygamberi Dinde Nasıl Konumlandırırız?
Müslümanların bir kısmı geçmişten günümüze Hz. Muhammed’in peygamberliğini anlamada ve onu konumlandırmada sorunlar yaşamaktadır. Bu konuda iki farklı sorunlu yaklaşım vardır.
Birincisi, peygamberi bir postacı gibi gören, ayetlerin gelişinden sonra peygamberin görevinin sonuçlandığını, asıl olanın kitap olduğunu, kitap dışında olan her şeyin uydurma olduğunu söyleyen yaklaşımdır. Fakat bu, açıkça haddi aşmak ve iftira etmektir. Peygamberin örnek insan olarak dini yaşamadaki rol modelliğini yok saymaya kadar giden bu inkâr çok üzücüdür. Her şeyi salt akıl ve mantık dairesinde yorumlayarak kendilerince dini değerlendiren bu kimseler peygamberin ismini dahi ağızlarına almaktan imtina etmekteler. Tabii ki akıl, dinin birinci önceliğidir ve akıl yoksa zaten kişi için din de yoktur. Din ancak akıl ile anlaşılır ve eyleme dönüşür, fakat aklı da deistler gibi fetişleştirmemek gerekir.
İkinci sorunlu yaklaşım da şudur: Peygambere olağanüstü vasıflar isnat ederek peygamberin geliş sebebi olan Allah’ın varlığı ve tekliği (tevhit) anlayışına muhalif olanlar var ki bunlar da farkında olarak veya olmayarak tazimde peygamberi Allah’ın önüne geçirme derecesine kadar götürmektedir. Peygamberin bildirmediği veya öğütlemediği fiil ve eylemleri sanki peygamberi bir davranışmış gibi göstererek iftira etmektedirler. İmanın ve aklın sınırlarını zorlayan bu şahısların söz ve davranışları karşısında sadece “Aman Allah’ım!..” demekten başka bir şey gelmiyor elden. Âdeta şok oluyoruz. Peygamber bugün aramıza gelse bu kimseler peygamberi dahi beğenmez ve ona dini öğretmeye kalkarlar (haşa!) Bu kesimde olanlar da dini ve hayatı anlamadaki en büyük vasfımız olan akla savaş açmışlardır. Aklın dini reddettiği yanılgısı içindedirler ve düşünmenin onları dinden çıkaracağı korkusu ve endişesini taşımaktadırlar.
Dinde anlamsız bir ayrımın ateşini fitleyen, çatışmalara ve kamplaşmalara sebep olan bu iki kesimden de Allah’a sığınırız. Bizlerin dini İslam’dır. İslam bir bütündür ve parçalanamaz! Ne kitap ne de peygamber ayrımı yapılamaz.
***
Genç kardeşimiz ile gece 00:02
Gece saat 00:02 civarlarıydı. Kardeşimiz beni büyük bir sükûnet içerisinde dinlemişti. Kendisine peygamberlik konusunu mümkün mertebe özetlemeye çalıştım. Sonra kendisine söylediklerim konusundaki görüşlerini sordum. Bana, “İsterseniz konunun ikinci kısmına geçeyim, diğer sorularımı sorayım. En sonunda değerlendirmemi yaparım.” dedi. Ben de “Peki, hay hay…” dedim.
“Deizm, ‘Allah akıl verdi, din vermedi.’ diyor, bunu nasıl yorumlarsınız?”
“Deizm sadece vicdan yeter diyor, sizce?”
“Akıl, düşünce, zekâ ve vicdan varsa din niye olsun?”
Bunların dışında başka soruları da olan gencin sorularını ve sorulara vermiş olduğum uzun cevapları ikinci bölümde yayınlayacağım.
Sabırla beklemeniz dileğiyle…
1. Bölümün Sonu
Taşkın Koçak
6 Comments
Yeni arayışlar içinde gençlik.. Anne babalar VAHY İslamını tam sindidememiş evkadıyla, kızıyla basit meselelerden dolayı ihtilafa düşüncede anne – babanın her sözüne ve davranışına muhalefet için yeni bir İBLİS icad edildi…
Sayın Taşkın bey
Yazınızı okudum.
Peygambere yönelik iki yanlış yaklaşımdan bahsetmişsiniz. 1.yaklaşıma dair şunu yazmışsınız: “Birincisi, peygamberi bir postacı gibi gören, ayetlerin gelişinden sonra peygamberin görevinin sonuçlandığını, asıl olanın kitap olduğunu, kitap dışında olan her şeyin uydurma olduğunu söyleyen yaklaşımdır. Fakat bu, açıkça haddi aşmak ve iftira etmektir. Peygamberin örnek insan olarak dini yaşamadaki rol modelliğini yok saymaya kadar giden bu inkâr çok üzücüdür. Her şeyi salt akıl ve mantık dairesinde yorumlayarak kendilerince dini değerlendiren bu kimseler peygamberin ismini dahi ağızlarına almaktan imtina etmekteler.”
Bu yaklaşımdan kastettiğiniz sadece ‘Kur’an bize Yeter’ diyen müslümanlar ise be de böyle düşünen bir müslümanım. Önceleri bende ‘Kur’an bize yeter’ diyenlerin yanlış yaptıklarını düşünürdüm ve hep onlarla tartışırdım ve bu 22 yıl sürdü. Bu süre içinde sürekli olarak, hasis kitapları,hadis usülü, hadis tarihi, hadis araştırmaları, siyer okumaları, fıkıh okumaları, kelam okumaları, dil bilim okumaları yaptım. Onlara karşı önyargılarım yüzünden, onların ürettikleri devasa bilgi birikimlerini hep görmezlikten geldim. Kur’an merkezli düşünme ve usül çalışmalarının zenginliğini görememişim. Bu durumdan utanç duydum. Kendime çok kızdım. Kur’anı merkeze alan bir metodolojinin imkanı konusunda araştırmalar yaptım. Çok zengin dökümanlar elde ettim. Sünneti, hadis rivayetleri, siyeri,tarihi, fıkhı, kelamı, dil bilimi, yeniden gözden geçirdim ve Kur’an merkezli bir bakışla tekrar inceledim. O kadar korkunç yanlışlar ve hatalar varki şaşırmamak, hayret ermemek mümkün değil. Konunun anlaşılması için size bir kitap tavsiye edebilirim: Doç.Dr. Emre Dorman, “Allah’a Öğretilen Din”
Bu kitap, Allah’a din öğretmeye kalkanları sağlam delillerle eleştiriyor.
Hürmetler
İzah tarzı kuran yaklaşımı… Tekrar ellerine sağlık
6. Deistlere göre: Kâinat ve içindekilerin bir yaratıcısı olduğu ama yaratıp bıraktığı, yaratmadaki hiçbir amacının olmadığı, kanun, kural koymadığı iddiaları.
Kâinatı ve içindekileri yaratıp bıraktığı, yaratmadaki hiçbir amacı olmadığı, hiçbir kanun, kural koymadığı, kitap, elçi göndermediği, iddiaları ile ilgili olarak:
Hiç akıl kabul eder mi ki; bir padişah bir saray yapsın içerisine her türlü yiyecek içecek, giyecek, hizmetçi, asker koy-sun ve sizin emrinize versin. Sarayın ve sizin her türlü istek ve ihtiyacınızı her zaman karşılasın da;
-Sizden hiçbir beklentisi olmasın…
-Size hiçbir görev yüklemesin…
-Sizin uyacağınız hiçbir kanun kural koymasın…
-Sizi başıboş bıraksın…
-Sizi boşu boşuna oraya yerleştirmiş olsun…!
Bütün saraydaki görevlilere kanunlar, kurallar koysun, kendini onlara ifade etsin, görevlerini tebliğ etsin de;
-Size hiçbir kanun kural koymasın…
-Size kendini ifade etmekten aciz olsun…
-Size görevinizi tebliğ edecek bir elçi göndermesin veya gönderemesin…
-Size görevinizi tebliğ etmesin veya edemesin veya et-mekten aciz olsun…!
Öyle mi?
Aynen öyle de:
Yüce Yaratıcı Dünya’yı insana bir saray yapsın, insana cisim gömleğini giydirsin, ayı yıldızları birer kandil, güneşi; bir lamba, bir soba, sebzeleri, meyveleri pişiren bir ocak yapsın, her yıl kamyonlarla, tırlarla, trenlerle, gemilerle taşınan mey-ve, sebze, tahılları topraktan sizin için yapsın, yaratsın, hay-vanları insan için yaratsın, insan için yaşatsın, insanı kâinatın efendisi yapsın, da;
-İnsandan hiçbir beklentisi olmasın…
-İnsana hiçbir görev yüklemesin…
-İnsanın uyacağı hiçbir kanun kural koymasın…
-İnsanı başıboş bıraksın…
-İnsanı boşu boşuna dünyaya yerleştirmiş olsun..!
Bütün dağlara taşlara, ağaçlara, kuşlara, hayvanlara bitkilere, güneşe yıldızlara kadar kanunlar, kurallar koysun, kendini onlara ifade etsin, onlara görevlerini tebliğ etsin; onlar da hiç itirazsız, yerli yerinde, zamanında, görevlerini eksiksiz kusursuz yapsın da:
-İnsana hiçbir kanun kural koymasın…
-Kendini en iyi şekilde ifade edecek insanoğlunu yarat-sın da, Yüce Yaratıcı kendisini ifade etmekten aciz olsun…
-İnsana görevini tebliğ edecek bir elçi göndermesin ve-ya gönderemesin…
– İnsana görevini tebliğ etmesin veya edemesin veya etmekten aciz olsun..!
Öyle mi?
Haşa ve kella! (Asla öyle değil)
Hiç akıl kabul eder mi ki; yapanı insan olan ve insanoğlu tarafından programlanan bir robot, insandan daha akıllı, daha mantıklı olsun, insandan daha iyi düşünsün!
Aynen öyle de; yaratanı Allah olan insan da elbette Al-lah’tan daha akıllı, daha mantıklı olamaz, daha iyi düşünemez.
Marangozluk mesleğini öğrenmek için bir marangoza giren insan ilk defa bir masa yapsa, bu kişi dese: “Bakın bu masayı ilk defa yaptım. Aynısından ikinci masayı da yapabilirim.” Birisinin çıkıp “Birinciyi yaptın ama ikinciyi yapamazsın!” şeklinde bir iddiada bulunabilmesi için aklını kaybetmesi lazım. Çünkü ikincisini daha kolay yapacaktır. Zira bu işte daha ustalaşmıştır.
Aynen öyle de; insanları yaratmak zor olsaydı, ilk ya-ratmak zor olurdu.
Allah; Hz. Âdem de dâhil olmak üzere, binlerce yıl, milyarlarca insanı imtihan için yoktan var etmiş, öldürdükten sonra da ikinci kez tekrar diriltecek yaptıklarının hesabını sora-cak; imtihanı kazananı cennetine: kaybedeni, cehennemine koyacaktır. (Bkz. Şimşik, Ümit, Kur’an’ın ve Kâinatın Dilinden İman Esasları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2016:212-217)
“Robot mu daha akıllı, robotu yapan mı?” sorusuna el-bette “Robotu yapan.” diyeceksiniz.
“İnsan mı daha iyi mantıklı düşünür, Allah’ mı?” soru-suna elbette “Allah!” diyeceksiniz.
Öyleyse; Allah’ın yarattığı insanlar, Allah’ın kendisine imtihan için verdiği aklıyla, mantığıyla Allah’ın koyduğu kanun-ları, kuralları, sorgulama, yargılama, eleştirme ahmaklığına düşmemelidir. Hikmetini sorup araştırıp tefekkür edebilir. Za-ten Cenab-ı Hak ilmi her kadın ve erkeğe farz kılmıştır.
Bu konuyla ilgili bazı hadis ve ayetleri sıralayalım:
Peygamber efendimiz: “Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslümana farzdır. Melekler, yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler.” (Câmiü’s-Sağîr, 1/310)
Sevgili peygamberimiz ;”Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.”demiştir.
Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde; “(…) Allahtan en çok âlimler korkar(…)”(Fatır Suresi 28.Ayet)
6.1. Deistlerin: ”Yüce Yaratıcı’nın kâinatı ve içindekileri yaratıp bıraktığı” iddiası
Nasıl ki elektrik kesildiğinde bütün buzdolapları, bütün çamaşır makineleri, bütün fabrikalar durur, bütün lambalar söner her taraf karanlık içinde kalır. Yani hareketin ve aydınlı-ğın devamı özellikle elektriğin sürekliliğine bağlıdır.
Kışın apartmanda insanların üşümemesi kaloriferin sü-rekli yanmasına bağlıdır. Kaloriferi yakan ve yakmaya devam eden birisi olmazsa kalorifer söner, insanlar üşür.
Aynen öyle de Yüce Yaratıcı:
Güneş’i yarattı yaktı, yakmaya devam etmezse ne in-sanlar, ne hayvanlar, ne de bitkiler kalır.
Dünya’yı çevreleyen atmosferi; 108.000 km hızla Gü-neş etrafında dönen Dünya üzerinde tutmasa, tutmaya devam etmese yine hayat biter.
Bitkileri hayvanları yaratmaya devam etmese insanlar acından ölür.
İnsanı yaratıp bıraksaydı, organlarını çalıştırmaya de-vam etmeseydi, insanlar anında ölürdü.
Her an Allah’ın kudret eli vücudumuza giriyor: Gözle-rimizi çalıştırıyor görüyoruz. Kulaklarımızı çalıştırıyor işitiyoruz. Beynimizi çalıştırıyor düşünüyoruz. Kalbimizi çalıştırıyor yaşıyoruz..!”
Aynı kudret el toprağa giriyor. Topraktan 300 bin bitki âlemini yapıyor, yaratıyor. Yoksa üç yüz bin bitki âlemi akılsız toprağın, havanın suyun ürünü değildir.
Aynı kudret el ineğe, sineğe, pireye, bite, tüm böcekle-re, güneşe kısacası dünya ve üzerindekilere, içindekilere, dı-şındakilere, bütün uzaydakilere her an giriyor… O kudreti İlahi elini çekse hiçbir varlık varlığını devam ettiremez.
Dolayısıyla yaratıp bırakması söz konusu değildir. Her an her varlığa müdahâlesi var, müdahâlesi olmasa hayat de-vam etmez son bulurdu.
6.2. Deistlerin:” Yüce Yaratıcı’nın, yaratmada hiçbir amacı olmadığı” iddiası
Çevremize baktığımızda amaçsız bir varlık göremeyiz, gösteremeyiz. Herhangi bir kişiye “Çevrendeki varlıklardan veya insanların yaptıkları varlıklardan; amaçsız bir varlık gös-ter.” dediğimizde; böyle bir varlık gösteremeyecektir.
Bir uçakta, arabada, bir fabrikada, bir evde amaçsız bir varlık göstermek mümkün değildir. Bir iğne dahi varsa bir amaç için vardır. Güneş, toprak, su, hava, hayvanlar bitkiler… bir amaç için vardır.
Yeryüzünde insanların yaptıkları, icat ettikleri; evler, villalar, saraylar, arabalar, uçaklar, kısacası her şey bir amaç için yapılmıştır, icat edilmiştir.
Evimizin içinde bulunan; ham maddesi yaratıcı tarafın-dan yaratılan; mobilyadan, aynaya, tencereden, tavaya, çatal-dan, bıçağa, televizyon sehpasından, bir iğneye kadar her şey bir amaç için yapılmıştır. Bir amaç için alınıp eve konmuştur.
Bu araç gereci, malzemeleri yapan ustalar bir amaç için yapmıştır. Bu araç gereç, malzemelerin amacını; yapan ustası önce tasarlamış sonra yapmış, bu malzemeleri niçin yaptığını, insanlara bildirmiş, insanların hizmetine sunmuş, insanlara bir para karşılığı da satmıştır.
İnsanların yaptıkları, icat ettikleri her şey, ama her şey bir amaç için yapılacak icat edilecek, insanların yapmakta, icat etmekte bir amacı olacak;
Ama insanları ve insanlar için böyle mükemmel bir kâinatı, dünyayı, dünya içindeki varlıkları yaratan yaratıcının amacı olmayacak ve bu amacını insanlara bildirmekten, ifade etmekten aciz olacak!
Öyle mi?
Elbette; Yaratan Yaratıcı da Güneş’i, Dünya’yı, dağları, denizleri, toprağı, havayı, suyu, meyveleri, sebzeleri, balıkları, hayvanları bir amaç için yaratmıştır.
Yaratan Yüce Yaratıcı dünyadaki yarattıklarını ahırdaki öküzler, dağlardaki ayılar için yaratmamış herhalde! Elbette insanlar için yaratmıştır. Bütün bunlar insan için yaratıldığına göre; “İnsanın yaratılanlar içerisinde çok değerli ve önemli bir varlık olduğu ortaya çıkmaktadır.”
İnsana hizmet amacıyla yaratılan; Güneş’in, Dünya’nın, dağların, denizlerin, toprağın, havanın, suyun, meyvelerin, sebzelerin, balıkların, hayvanların bir amacı olacak; ancak deistlerin iddiasına göre insanın yaratılış amacı olmayacak!
Öyle mi?
Bir iğnenin ustası dahi; bir iğneyi niçin yaptığını, amacının ne olduğunu, yapmadaki amacını, insanlara ifade etmekten aciz olmayacak; bütün kâinatı, insanı ve insanın konuşan dilini yaratan yaratıcı, insanı niçin yarattığını bildirmekten, ifade etmekten aciz olacak!..
Öyle mi?
Kur’an-ı Kerim’in Duhân Suresi’nin 38. ayetinde: ”Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.”
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” ( Zâriyât:51/56)
Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inin İnsân Suresi’nin 2. aye-tinde: “Hakikatte biz insanı katışık bir nutfeden yarattık; imtihan edelim diye onu işitir ve görür kıldık.”
“Mal ve çocuklarınızın sizin için birer imtihan olduğunu ve büyük mükâfatın Allah katında bulunduğunu bilin.” (Enfâl:8/28)
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara:2/155) Görüldüğü gibi Allah Kur’an ayetlerinde de insanı bir amaç için yarattığını ifade ediyor.
6.3. Deistlerin:” Yüce Yaratıcı’nın hiçbir kanun, kural koymadığı” iddiası
Bir defa kuralsız hiçbir şey yoktur. Çocuklar arasında oyun oynarken dahi oyunun kuralları vardır. Kuralın olmadığı yerde keşmekeş olur. Her şey birbirine girer. Kuralların olma-dığı aile dağılmaya mahkûmdur. Köyde, ilçede, ilde, ülkede, kanunlar, kurallar kalktığı an o köy, o ilçe, o il, o ülke birbirine girer. Trafikte, kurallara uyulmadığı takdirde kazalar kaçınılmaz olur.
Bir iğneyi dahi yapmanın kuralları vardır. Yapılacak, imal edilecek, icat edilecek her şeyin kanunları, kuralları var-dır. Her türlü teknolojik ürünler, her türlü araç gereç malzemeler belirlenen kanun kurallara göre yapılır, üretilir, imal edilir, icat edilir.
Dünyada bulunan bütün devletlerin kanunları, kuralları vardır. Yaşadığınız ülkedeki devlet; iş hayatınızdan, araç kulla-nışınıza, karşıdan karşıya geçişinize, hatta aile içi iletişiminize kadar kanunlar çıkartmakta kurallar koymaktadır. Bu kanun, kurallara uymayanlara yaptırımları vardır.
Araba sektöründen, beyaz eşya sektörüne, inşaat sek-töründen, mobilya sektörüne, özel okullara kadar birçok sek-törler kurumsallaşmış ve kuralları vardır. Çalışanlarına karşı kuralları vardır. Müşterilerine karşı kuralları vardır. Bayilik vereceği kişilere karşı kuralları vardır… vs. Kurallara uymayan işçisini ikaz, ihtar, işten çıkarma gibi yaptırımları bulunmakta-dır.
Türkiye’de araba fabrikası kurmak isteyen bir iş adamı fabrika kurmayla ilgili her türlü araştırmayı yapar. Fabrikayı kurar, çalıştıracaklarını sınavdan geçirir. Sınavı kazananları fabrikaya alır. Fabrikada çalışanların yapacakları işleri en ayrıntısına kadar yazılı tebliğ eder. İşini aksatan, görevini yapmayanı, koyduğu kurallara uymayanları hemen kapıya koyar.
Bir Devlet Başkanı bir saray yapsa bu sarayı bir amaç için yaptırır. Yaptırdığı saraya görevliler istihdam eder. Sarayda görev yapacakların görevini savsaklaması, aksatması veya yapmaması durumunda hemen onları cezalandırır ve saraydan atar.
Küçük bir işletmesi olan kişi dahi iş yerinde kurallar koymaktadır. Kurallara uymayan işçisine ikaz, ihtar, işten çıkarma gibi yaptırımları bulunmaktadır.
Her devletin; ülke toprakları üzerinde bulunan canlı cansız bütün varlıklarla ilgili kuralları olacak, kendi çocuğu-nuz ile dahi aranızda kuralları olacak, araba, beyaz eşya, inşaat, mobilya sektörlerinin kuralları olacak, kendi çalışanlarına karşı, müşterilerine karşı kuralları olacak, küçük bir işletmenin dahi kuralları olacak uymayanlara yaptırımları olacak da!…
Bütün kâinatı, içindekileri ve o kural koyan insanları yaratan yaratıcının; kanunları, kuralları, insanlara yaptırımları olmayacak!
Öyle mi?
Ülkeler, ülkeleri kuran, ülkelerin sahipleri veya temsilci vekilleri aracılığı ile çıkartılan, belirlenen kanunlar, kurallar ile yönetilir. Kanunlara, kurallara uyulmazsa ülke darmadağın olur.
Aynen öyle de; 118 elementten yapılan, yaratılan ev-ren ve içindekiler Yüce Yaratıcı’nın koyduğu kanunlar, belirle-diği prensiplere göre hareket ettiklerinden dolayı evren ve içindekiler birbirine girmiyor. Örneğin tabanca mermisinden 60 kat daha hızlı yörüngesinde ilerleyen dünya, yörüngesinden çıksa bu hayatın sonu olur.
Her varlığın varlığı, varlığının devamı kanun, kurallara göre olmaktadır. Yüce Yaratıcı olan Allah da kâinatı ve içinde-kileri yaratırken belirlediği kanunlara, kurallara göre yaratmış, belirlediği kanun ve kurallara göre yaratmaya, yaşatmaya da devam etmektedir.
Bilim adamları bu kanunların, kuralların bir kısmını yine Yüce Yaratıcı’nın verdiği akılla yıllar süren araştırmaları sonucu bulmuştur.
Yüce Yaratıcı’nın evrene koyduğu kanunlardan bir kıs-mını sıralayacak olursak: Newton’un Evrensel Kütle Çekim Ka-nunu, Arşimet Kanunu, Hubble Kanunu, Kepler’in Gezegensel Hareket Kanunları, Termodinamik Kanunları…
Tıpta, kimyada, biyolojide birçok bilim dallarında; bi-lim insanları yıllarca süren araştırmaları neticesinde Yüce Yaratıcı’nın doğaya koyduğu birçok kanunu(kuralları) bulmuşlardır.
Allah’ın tabiata koyduğu kanunlar, kurallar keşfedilerek ve bu keşfedilen kanunlara ve kurallara uyularak, arabalar, uçaklar, uydular, teknolojik araç gereçler geliştirilmiş, hastalıklara çareler bulunmuştur.
İnsan dünyada iken; Allah’ın tabiata koyduğu kanunla-rına, kurallarına, uyduğunda; “Arabalarla, uçaklarla, saraylarla, gökdelenlerle, akıllı evlerle, insan hayatını kolaylaştıran her türlü teknolojik araçlarla ödüllendiriliyor ise;”
Allah’ın ebedi hayat için koyduğu kanunlara kurallara uyduğunda;
“Peygamberimizin tarifiyle Dünya’nın 1000 senesi 1 sa-atine karşılık gelmeyen cennetle ödüllendirilecektir.”
Yerçekimi kanunundan tutun da fizik, kimya, biyoloji, tıp, astronomi vb. alanlarda Yüce Yaratıcı tarafından kanunlar kurallar konacak, insan için yarattığı Dünya’ya, Ay’a, Güneş’e, yıldızlara, gezegenlere, galaksilere, kanunlar kurallar koya-cak!… Ancak, insanlara kanun kural koymayacak! …
Öyle mi?
Dünya hayatına dönük Allah’ın koyduğu fizik, kimya, bi-yoloji, tıp, astronomi gibi bilim dallarındaki bütün kanunlara kurallarına uyacaksın, devletin, işletmelerin, işverenlerin koy-duğu bütün kurallara uyacaksın…
Ancak Allah’ın ahiret için koyduğu kanun kurallarını inkâr edeceksin, yok sayacaksın, uymayacaksın, uygulamayacaksın!
Öyle mi?
Yolda aç, susuz kalmış bir insana acıdınız evinize misafir olarak aldınız. Kendisine her türlü izzet ikramda bulunuyorsunuz. Yemeğinden baklavasına, böreğine, meyvesine kadar önüne koyuyorsunuz. O insandan ne beklersiniz? Bir teşekkür değil mi?
İşte; “Allah kullarından bir şükür, bir teşekkür istiyor nankörlük istemiyor.” Kullarının teşekkürü ise emirlerini yeri-ne getirmek, yasaklarından kaçınmaktır. Bu emirler ve yasaklar kullarının, hem dünya hayatlarının, hem de ahiret hayatlarının mutluluğu içindir.
En basit bir kalemin dahi ustasız olamayacağını bilen deistler, böyle mükemmel tasarım ürünleri olan insanların, hayvanların, bitkilerin, kâinatın ve içindekilerin tesadüfen, kendi kendine meydana gelebileceğine akılları, vicdanları, mantıkları müsaade etmediği için bir yaratıcının varlığına ina-nıyorlar.
Ancak insan inandığı gibi yaşamazsa yaşadığı gibi inan-maya başlar. Yüce Yaratıcı’nın yarattığına inanıp, nefis ve şeytanlarına söz geçiremeyip amelde muvaffak olamadıklarından, amelde muvaffak olamamanın karşılığının da cehennem olduğunu bildiklerinden; daha dünyada iken cehennem ateşi kalplerini yakmaktadır. Kalplerinde yanan bu ateş dünya zevklerini kaçırmaktadır.
Bu sıkıntıdan kurtulmanın çaresini; peygamberleri inkâr etmekte buluyorlar. Peygamberlerin inkârına yönelik en ufak bir şüpheye gerçekmiş gibi sarılıyorlar. Böylece güya zevk ve lezzetlerini kaçıran kalplerinde yanan cehennem ateşinden kurtulmuş oluyorlar.
Ayrıca Müslümanların Allah’ını inkâr edip, kendi kısır akıl fikir mantıklarına göre bir yaratıcı ilah icat edip, kendi icat ettikleri yaratıcının kanun kurallarını da kendileri belirliyorlar.
İşte icat ettikleri o yaratıcının; “Yarattı bıraktı, daha in-sanların işine karışmaz.” gibi saçma sapan kurallar koyup nefislerinin istediği şekilde nefsani ve şehevi arzularını sınırsız yaşamak istiyorlar.
6.4. Deistlerin: ”Yüce Yaratıcı’nın kitap, elçi gönder-mediği” iddiaları
İnsanlar tarafından yapılan, icat edilen en basit küçük bir ev aleti için dahi; mucidi, yapanı, sanatkârı tarafından bir kullanım kılavuzu kitabı yazılır ve kutusunun içine konur kulla-nıcılarına ulaştırılır.
İnsanlar tarafından yapılan icat edilen en basit küçük bir ev aleti için dahi; sanatkârı tarafından kullanım kılavuzu kitapçığı yazılsın ve kullanıcılarına ulaştırılsın da;
Bütün mucitlerin, sanatkârların da içinde olduğu en de-ğerli sanat eseri olan insan için; Yüce Yaratıcı olan Allah bir kullanma kılavuzu yazmasın veya yazamasın, bir elçisi ile gön-dermesin veya gönderemesin!…
Öyle mi?
Haşa ve kella…(Asla öyle değil.)
Sanat eseri hakkında sanatkârı tarafından değil de baş-kaları tarafından yazılan kullanım kılavuzuna göre; o sanat eseri kullanılırsa elbette yanlış kullanılmaya, çabuk bozulmaya garanti kapsamı dışında kalmaya namzettir.
Dolayısıyla her sanat eseri hakkında en iyi kullanma kı-lavuzunu sanatkârı yazar. İnsanlar da Cenab-ı Hakk’ın sanat eseri olduğuna göre insanlar hakkında en iyi kullanma kılavu-zunu Allah yazar ve yazmıştır. Yarattığı bütün milletlere ayrı ayrı yazmış, ayrı ayrı elçilerle kullanma kılavuzlarını göndermiştir.
Kitle iletişim araçlarının en yaygın olduğu dönem olan ahir zamanda ise dünyadaki bütün insanlara, cinlere, milletlere aynı elçiyi, aynı peygamberi, aynı kullanma kılavuzunu göndermiştir.
O elçi, o Peygamber ise Hz. Muhammed Aleyhisselam, o kullanma kılavuzu ise Kur’an-ı Kerim’dir.
İnsan; sanatkârının yazdığı kullanma kılavuzuna göre hayatını tanzim ederse dünyada da huzurlu mutlu, ahirette de huzurlu mutlu olacaktır.
İnsan; sanatkârının yazdığı kullanma kılavuzuna göre hayatını tanzim etmeyip, nefis ve şeytanın veya çevresindeki nefis ve şeytanlarının esiri olmuş kimselerin yazdığı kullanma kılavuzuna göre hayatını tanzim ederse, dünyada rezil, ahirette de rezil olur.
7. Deistlerin:” Kur’an’ın Allah Kelamı Ve Hz. Muham-med’in de (s.a.v.) Allah’ın elçisi olmadığı” iddiaları
ATEİZM-DEİZM (Milli Manevi Değerleri Yok Etme Projesi) kitabımdan alıntı. Kitabımın tamanını ateizmdeizmprojesi.com web adresinden indirebilirsiniz
Hayırlı Günler Olsun
Deizimle ilgili yorumlarınız için teşekkürler. Ancak bana göre konunun çok uzun anlatımı usandırıcı oluyor. Bu yorum dörtte bire düşürülerek daha düşündürücü sorularla ikna yöntemi geliştirilmelidir!
Taşkın hocam, Deizm ile ilgili yazınız beni çok etkiledi ve keyifle okudum. İkinci bölümü bir an evvel yazmanızı rica ediyorum.
Harika yazınız için sizlere binlerce kez teşekkür ederim.