Dünya ekonomisinde krizlerin sona ermesini beklemek, temelden hatalı bir beklentidir. Çünkü bugün var olan küresel ekonomik sistem, başlı başına bir kriz üretim mekanizmasıdır. Yani krizler, bu sistemin arızaları değil; doğal çıktılarıdır. Yüzeyde çözüm gibi görünen düzenlemeler ve geçici büyüme dönemleri, sistemin içsel çöküş dinamiklerini sadece öteleme işlevi görür. Gerçek şu ki, dünya hiçbir zaman kalıcı bir ekonomik feraha ulaşamayacaktır. Çünkü çarklar en başından hatalı dizayn edilmiştir.
Mevcut ekonomik düzen, 1970’lerden itibaren tamamen parasal genişlemeye ve borçlanmaya dayalı bir yapı üzerine inşa edilmiştir. Altın standardının terk edilmesiyle birlikte paranın maddi karşılığı kalmamış; merkez bankaları sınırsız para basma yetkisini elinde tutar hale gelmiştir. Bu noktadan itibaren küresel finansal sistem, “gerçek değer üretimi” yerine “sayılar üzerinden büyüme” ilkesine göre çalışmaya başlamıştır. Yani reel ekonomi ile finansal ekonomi arasındaki makas giderek açılmış, kağıt üzerindeki zenginlik ile sokaktaki fakirlik arasındaki uçurum derinleşmiştir.
Bu yapıda krizler, 5 yılda bir hafif; 10 yılda bir ise daha ağır biçimde tekrar etmektedir. 1987 Borsa Çöküşü, 1997 Asya Krizi, 2001 Dot-com Balonu, 2008 Küresel Finans Krizi, 2020 Pandemi Krizi ve şimdilerde içinde olduğumuz 2020 sonrası enflasyonist sıkışma; bu döngüselliğin bariz örnekleridir. Gelecek yıllarda da benzer krizlerin yaşanacağı neredeyse kesindir. Bu, bir kehanet değil; sistemin doğasının bilimsel bir sonucudur.
Çünkü mevcut model, “borçla büyüme” üzerine kurgulanmıştır. Devletler, şirketler ve insanlar borçlanarak tüketim yapar. Bu tüketim, geçici olarak üretimi ve istihdamı artırır; ancak üretim gerçek talebe değil, borçla şişirilmiş sanal talebe dayanır. Zamanla bu borçlar çevrilemez hale geldiğinde, kriz patlak verir. İşte bu yüzden dünya büyürken aynı anda borç da artar. Bugün itibariyle küresel toplam borç 315 trilyon doları aşmış durumdadır (IMF, 2024 verisi). Bu, dünya GSYH’sinin yaklaşık üç katıdır. Yani dünya, kazandığının üç katı kadar borçla yaşamaktadır.
Bu borcun en büyük kısmını ise gelişmiş ülkelere aittir. ABD’nin kamu borcu 2025 itibariyle 35 trilyon doları aşmış durumda. Bu, sadece sayısal bir ifade değil; aslında mevcut sistemin sürdürülemezliğinin açık bir göstergesidir. ABD Başkanı Donald Trump’ın son dönemdeki tarife çıkışının ardında da bu borç yükünün siyasi ve sosyal baskısı yatmaktadır. Borçla ayakta kalan bir sistemde büyüme rakamları ne kadar parlak görünürse görünsün, temelde çürümeye mahkûmdur.
Eşitsizlik bu yapının kaçınılmaz diğer bir sonucudur. Evet, bazı insanların daha fazla parası olacak, bazılarının daha az. Ama kriz ortamlarında, ister zengin olsun ister yoksul, herkes bir şekilde etkilenir. Çünkü krizler, sadece gelir kaybına değil; sosyal düzenin, politik istikrarın ve hatta kişisel psikolojilerin çöküşüne de neden olur. 2008 krizi sonrası Avrupa’da yaşanan işsizlik dalgası, Arap Baharı’nın ekonomik zeminini hazırlayan fiyat şokları ve pandemi sonrası enflasyonist krizler; ekonomik çöküşlerin toplumsal yansımalarını net şekilde göstermiştir.
Buradaki temel sorun, sistemin reel değil, sanal bir ekonomik düzen üzerine inşa edilmesidir. Para; üretim, emek ve kaynakla bağlantılı olmaktan çıkmış; sayılar üzerinden üretilen soyut bir değere dönüşmüştür. Merkez bankalarının bastığı trilyonlarca dolar, piyasaya enjekte edilirken bunun karşılığı olan mal ve hizmet üretimi aynı hızla artmadığı için, enflasyon kaçınılmaz olur. Bu da gelir erimesine, alım gücü kaybına ve toplumsal huzursuzluklara zemin hazırlar.
Peki çözüm var mı? Teorik olarak evet, ancak mevcut siyasi ve finansal elit yapının bu çözümü hayata geçirme olasılığı çok düşük. Çünkü bugünkü sistemden en fazla kazananlar, aynı zamanda bu sistemin devamını sağlayan güç merkezleridir. Alternatif olarak ortaya konan modeller –örneğin katılım finansı, reel değer odaklı ekonomi veya dijital merkeziyetsiz sistemler– henüz küresel bir dönüşüm yapacak kadar olgunlaşmamıştır. Bu yüzden kısa ve orta vadede, dünya mevcut ekonomik sistemin kriz döngülerine mahkûm olmaya devam edecektir.
İnsanlık bu duruma artık alışmak zorunda. Ekonomik krizsiz bir dünya hayal etmek, ütopyadan öteye geçemez. Asıl mesele; krizlere karşı dirençli yapılar kurmak, ekonomik okuryazarlığı artırmak ve yerel ekonomileri daha bağımsız hale getirmektir. Ayrıca bireysel düzeyde de tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirmek, gelir-gider dengesini iyi kurmak ve uzun vadeli düşünmeyi öğrenmek hayati önem taşır.
Sonuç olarak dünya, bu mevcut ekonomi modeliyle sürdürülebilir bir refaha ulaşamayacaktır. Krizler, bu sistemin kaçınılmaz sonucudur. Ve her kriz, sadece finansal değil; aynı zamanda zihinsel, kültürel ve sosyal bir uyanışa da vesile olabilir. Eğer bir gün gerçek anlamda refaha ulaşmak istiyorsak, önce bu sistemin temel taşlarını sorgulamak ve yerine daha adil, reel, insan odaklı bir ekonomik düzen kurmak zorundayız.
Saygılarımızla
Taşkın Koçak
09.04.2025