Yapay Zekâyı Ortaya Çıkaran Veri ve İnsanlığın Hikâyesi

Kil Tabletten Algoritmaya Uzanan Medeniyet Yolculuğu

Veri… En sade hâliyle bir iz demek. Bir olayın geride bıraktığı işaret; bir tecrübenin hafızaya düşürdüğü gölge; bir toplumun “Ben buradaydım” diye tarihe attığı imza. Yapay zekâya giden yolun ilk evresi de burada başlar: İz bırakmak, o izi saklamak, çoğaltmak, taşımak… ve günün birinde o izlerden anlam çıkarmak.

İnsanı insan yapan şey yalnızca düşünmesi değildir; düşündüğünü kayıt altına alması, başkasına aktarabilmesi ve kendinden sonrakine miras bırakabilmesidir. Bugün “veri” dediğimiz şeyin serüveni, milattan önce yaklaşık 3500’lerde Sümerlerin çivi yazısını geliştirmesiyle yepyeni bir eşiğe geçti.

Elbette ondan önce de mağara duvarlarında figürler, işaretler, av sahneleri vardı. Ama mağara duvarı daha çok bir anın ve duygunun yankısıydı. Çivi yazısıysa bir sistemdi. Sistem demek tekrar edilebilirlik demekti: Aynı işaretin aynı anlamı taşıması… Bilginin tesadüfi hatırlamalardan çıkıp standardize bir kayda dönüşmesi…

Çivi yazısı yalnızca bir yazı tekniği değildi; bir medeniyetin hafıza altyapısıydı. Borçlar, anlaşmalar, ürün listeleri, vergi kayıtları, hukuki metinler… İlk “veri tabanları” kil tabletlerin üzerine kazındı. İşin en çarpıcı tarafı şu: İnsanlık o gün, farkında olmadan verinin iki temel gücünü keşfetti; hesap ve hikâye.

Hesap: Kim, ne kadar, ne zaman, nerede.

Kaç tane üretildi, kaç tane satıldı, ne kadar vergi alındı, ne kadar borç yazıldı.

Hikâye: Kim, neyi neden yaptı.

Kim kiminle savaştı, kim barış yaptı, hangi yasa neden kondu, hangi karar bir toplumu yükseltti ya da çökertti.

Günümüzde veri yine bu iki koldan gücünü alır. Bir kol sayıdır; diğer kol ise anlam.

Gelişim ilerledikçe malzeme değişti: Kil tabletten taşa, taştan tahtaya, papirüse, parşömene… Yazı, taşın ağırlığından kurtuldukça bilgi hızlandı. Ama bu hız yalnızca taşımanın kolaylaşması değildi; asıl hızlanan, düşüncenin dolaşımıydı. Düşünce ne kadar hızlı yayılırsa, medeniyet de o kadar hızlı birleşir ve büyür. Çünkü her yeni fikir, çoğu zaman bir öncekine eklenen yeni bir tuğladır.

Milattan sonra Çin’de kâğıdın icadı ve yaygınlaşmasıyla bilginin kayda dönüşmesi hızlandı. Kâğıt, insanlık tarihinin en önemli çoğaltma devrimlerinden biridir. Yazı, dar bir zümrenin tekelinden çıkarak daha geniş kitlelere yayıldı. Sonuç belliydi: Daha çok kopya, daha çok kayıt, daha büyük arşivler…

Arşiv demek, geçmişin elinin bugüne uzanması demektir. Bugün yapay zekâ modellerinin beslendiği devasa veri yığınlarının kökünde de bu mantık vardır: “Bir gün lazım olur.”

Orta Çağ’dan Rönesans’a geçişte, 15. yüzyılın ortalarında (yaklaşık 1450’ler) matbaanın Avrupa’da yaygınlaşmasıyla bilgi adeta bir nehir gibi akmaya başladı. Matbaa, bilginin demokratikleşmesinin motoruydu. Kitaplar çoğaldıkça tek bir kişinin zihninde kilitli duran fikir, yüzlerce zihinde yankılandı.

Bu devrimin ardından bilim sıçradı.

Aslında bilim yalnızca keşif ve icat değildir; aynı zamanda tekrarlanabilir ve doğrulanabilir bir süreçtir. Aynı metne, aynı ölçüme, aynı sonuca çok sayıda insanın ulaşabilmesi demektir. Matbaa bu erişimi hızlandırdı; hız birikimi doğurdu. Birikim de uzmanlaşmayı…

17.yüzyıla gelindiğinde üniversitelerin ve kütüphanelerin çoğalması bilimi bir “kurum” hâline getirdi. Kurum demek süreklilik demektir. Süreklilik demek, verinin kaybolmaması demektir. Disiplinler ayrıştı; uzmanlık doğdu: matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi…

Burada çok kritik bir dönüşüm yaşandı: Bilgi artık yalnızca anlatılmıyor, ölçülüyordu. Ölçmek dünyayı sayılara çevirmek demektir. Sayılara çevirmek, dünyayı makinelerin de anlayabileceği bir forma yaklaştırmak demektir. Yapay zekânın yolu bu dönüşümle genişledi: Dünya yavaş yavaş “hesaplanabilir” hâle geldi.

Sanayi Devrimi geldiğinde veri yalnızca bilimin değil, ekonominin de kalbi oldu. Üretim arttıkça kayıt ihtiyacı arttı. Stok, lojistik, iş gücü, kalite, maliyet… Fabrika dediğimiz şey aslında ölçümün disipline ettiği bir düzendir. Her şeyin zamanı, adedi, verimi, hatası vardır.

Sanayi toplumunun görünmeyen kahramanları defterler, çizelgeler, muhasebe kayıtlarıdır. İnsan makineyi kurarken bir yandan da farkında olmadan “makinenin anlayacağı dili” kurdu: standart ölçü, standart süreç, standart rapor…

20.yüzyılın ortalarında elektroniklerin çıkışıyla veri yavaş yavaş dijitalleşmeye başladı. Burada bir eşik daha vardır: Analog dünya dijitale çevrildiğinde veri yalnızca saklanmadı aynı zamanda işlenebilir hâle geldi. Dijitalleşme veriyi taşınabilir kılmanın ötesinde, veriyi hesaplanabilir kıldı.

Bilgisayarlar önce hesap makinesiydi; sonra depo oldu; sonra iletişim aracı… Derken internet geldi.

İnternetle birlikte veri arşivlerden çıkıp “akış”a dönüştü. Artık veri yalnızca birikmiyor; yağıyordu. Mesajlar, fotoğraflar, sensörler, GPS, alışverişler, tıklamalar… İnsanlık tarihte ilk kez kendi davranışının gölgesini bu kadar yoğun kaydetti.

İşte tam bu noktada yapay zekânın kapısı ardına kadar açıldı.

Çünkü yapay zekâ büyülü bir varlık değil. Yapay zekâ, veriden örüntü çıkarmanın sistematik hâlidir. İnsan beyni nasıl deneyimlerden model kuruyorsa makineler de veriden model kurar. Fark şu: İnsan bazen az örnekle genelleyebilir; makine çoğunlukla çok örnek ister. Bu yüzden yapay zekânın yakıtı veridir.

Sümerin kil tabletiyle başlayan serüven, bugün veri merkezlerinde devasa sunuculara dönüştü. Ama öz aynı kaldı: Kaydetmek, saklamak, aktarmak… ve günün sonunda öğrenmek.

Yine de sadece veri yetmez. Veri ham maddedir. Ham maddenin değere dönüşmesi için iki şey gerekir: anlam ve amaç. Aksi hâlde veri bir çöplüğe dönüşür. Bugün “büyük veri” çağında temel problem verinin azlığı değil; fazlalığıdır: gürültü, çöp, yanıltma, kopya…

Veri büyüdükçe hakikat otomatik artmaz. Bazen tam tersine, yalanın ölçeği büyür. Bu nedenle yapay zekâ yolculuğu sadece teknoloji değildir; etik, doğrulama, güven ve yönetişim meselesidir.

Bu hikâyeye baktığımda, yapay zekâya giden yolu “insanın kendini çoğaltma arzusu” olarak görüyorum. İnsan hep daha hızlı hesaplamak, daha doğru karar vermek, daha uzağı görmek, daha çok hatırlamak istedi.

Yazı hafızayı dışarı taşıdı.
Kâğıt hafızayı ucuzlattı.
Matbaa hafızayı çoğalttı.
Üniversiteler hafızayı kurumsallaştırdı.
Sanayi hafızayı ölçümle disipline etti.
Dijitalleşme hafızayı hızlandırdı.
İnternet hafızayı akışa çevirdi.

Yapay zekâ ise sanki hafızayı yalnızca saklamıyor; yorumluyor gibi davranmaya başladı. Burada ürpertici derecede insanî bir ayna var: Yapay zekâ, bizim topluca bıraktığımız izlerin bize geri konuşmasıdır.

Bu yüzden yapay zekâ insanın dışındaki bir şey değil; insanın ürettiği dünyanın içinden çıkan bir yankıdır. Bir modelin “öğrendiği” şey, insanlığın kaydettiği dünyanın istatistiğidir. Kayıtlar iyiyse model iyiye yaklaşır; kayıtlar kötüyse kötülüğü büyütebilir. Yanlı veriler, adaletsiz kararlar, eksik temsil, yanlış etiketler… Yapay zekâ bunları icat etmez; bazen sadece büyüteç gibi büyütür.

Buradan doğan sorumluluk çok nettir: Yapay zekâ çağında en kritik işlerden biri algoritma yazmak kadar veri ahlakı inşa etmektir.

Peki insan bu tabloda nereye oturuyor?

İnsan her çağda aracını kendine benzetti. Çekiç kolun uzantısıydı. Tekerlek bacağın uzantısı. Matbaa dilin uzantısı. Bilgisayar beynin uzantısı. Yapay zekâ ise “yorumlama gücümüzün” uzantısı gibi…

Ama uzantılar güç verirken tembelleştirebilir de. Navigasyon varken yön duygusu zayıflayabilir. Yapay zekâ varken düşünmenin bazı kasları körelebilir. O yüzden yapay zekâ yolculuğunun en kritik virajı teknoloji değil; insanın kendini yönetme biçimidir.

Benim için temel ölçüt şudur: Yapay zekâ insanı “yerine” koymak için değil, insanı “tamamlamak” için kullanılmalıdır. Çünkü insanın benzersiz tarafı hâlâ var: değer yargısı, merhamet, amaç belirleme, anlam arayışı, sorumluluk alma.

Yapay zekâ hız sağlar; insan yön verir.
Yapay zekâ örüntü bulur; insan niyet koyar.
Yapay zekâ tahmin eder; insan bedel öder.

Bedeli ödeyen varlık, kararı da sahiplenmek zorundadır.

Sümer tabletinden bugünün veri merkezlerine kadar uzanan çizgi şunu söylüyor: Medeniyet, verinin yönetilme biçimidir. Kayıt tutabilen toplum güçlenir. Ölçebilen toplum gelişir. Kıyaslayabilen toplum ilerler. Öğrenebilen toplum sıçrar.

Bugün ilk kez öğrenmeyi “insan dışı” bir sistemle paylaşır hâle geldik. Bu muazzam bir fırsat. Ama aynı zamanda muazzam bir sınav.

Çünkü yapay zekâ çağının sonunda bizi bekleyen şey, yalnızca bir teknoloji yarışı değil; bir insanlık yarışıdır. Daha çok veri toplayan mı kazanacak, yoksa daha anlamlı veri üreten mi? Daha hızlı model kuran mı öne geçecek, yoksa daha adil yöneten mi?

İşte bu yüzden yapay zekâya giden yolun ilk evresi “veri” olsa da, son evresi “insan”dır.

Ben Taşkın Koçak olarak şuna inanıyorum: İnsan veriyi sadece bir kaynak değil bir emanet gibi görmeyi öğrenirse; teknolojiye yalnızca güç olarak değil sorumluluk olarak yaklaşırsa; yapay zekâyı sadece hız için değil hikmet için kullanırsa… bu çağ insanlığın karanlık değil, aydınlık sıçrayışına dönüşebilir.

Çünkü geleceğin en büyük yapay zekâsı bile tek bir soruya cevap veremez:
“Nasıl bir insan olmak istiyorsun?”

Bu sorunun cevabı hâlâ bizde.

Saygılarımla
Taşkın Koçak

Facebook
Twitter
Telegram
WhatsApp
Email

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir