Yapay zekâ, bu yüzyılın yeni altını. Şirketler trilyon dolarlarla bu alana hücum ediyor, sanki kim önce kazmayı vurursa geleceği çıkaracakmış gibi. Ama kazılan toprağın altından her zaman altın çıkmaz; bazen sadece gürültü gelir. Bugün tartıştığımız mesele tam da bu: Yapay zekâ gerçekten devrim mi, yoksa şişirilmiş bir balon mu?
Massachusetts Institute of Technology (MIT) geçtiğimiz haftalarda teknoloji dünyasında soğuk duş etkisi yapan bir rapor yayımladı. Raporun adı The GenAI Divide. Sonuç sarsıcıydı: Yapay zekâya yatırım yapan şirketlerin yüzde 95’i bu işten hiçbir finansal getiri elde edemiyor. Yani yapay zekâdan milyarlarca dolar bekleyen devlerin çoğu, aslında dijital bir kumar oynuyor. Geriye kalan yüzde 5’lik küçük bir azınlık ise yatırımlarını doğru yerden yönlendiriyor; görünmeyen alanlarda, yani operasyon, finans ve tedarik zincirinde sessiz devrimler yaratıyor.
MIT bu durumu “GenAI Uçurumu” olarak adlandırıyor. Bir yanda yapay zekâyı sistemine yerleştirip gerçek değer üretenler, diğer yanda ise yapay zekaya e-posta yazdırıp “biz de AI kullanıyoruz” diyenler. Uçurum aslında teknolojik değil, zihinsel bir uçurum. Çünkü mesele hangi aracı kullandığınız değil, o aracı nereye koyduğunuz. Çoğu şirket teknolojiyi “kullanılacak bir oyuncak” gibi görüyor; oysa yapay zekâ, bir sisteme yerleşip kökten dönüştürmesi gereken bir akıl türü.
Bir CEO’nun basın bültenini ChatGPT’ye yazdırması çağın öncüsü olmak değil. Çünkü o model, şirketin verisini, kültürünü, müşterisini tanımıyor. Dolayısıyla yüzeyde parlayan ama kökte işe yaramayan bir akıllılıkla sınırlı kalıyor. Gerçek verimlilik, yapay zekâyı arka ofise sokmaktan geçiyor: stok yönetimine, fiyat optimizasyonuna, finansal risk analizine, müşteri kaybı tahminine. Kısacası, yapay zekâdan kazananlar, onunla gösteri yapanlar değil, onu işinin kalbine yerleştirenler olacak.
OpenAI’nin kurucusu Sam Altman, bu tartışmaya açık yüreklilikle yaklaştı ve “Evet, bir yapay zekâ balonu var. Ama her balonun içinde bir çekirdek gerçek yatar,” dedi. Bu cümle tarihteki tüm teknolojik devrimlerin özeti gibidir. İnternetin ilk yıllarında da binlerce şirket batmış, milyonlarca dolar yok olmuştu. Ama o enkazın içinden Amazon, Google ve Facebook gibi devler çıkmıştı. Yani bir balon patlayacak, evet. Fakat bu patlama yapay zekânın sonu değil; süzülmüş bir gerçeğin başlangıcı olacak.
Altman’a göre yapay zekâ insanlığın en pahalı deneyi. Fakat bu deneyin kazananları, teknolojiyi değil, problemi merkeze alanlar olacak. “İşe teknolojiden değil, çözülmesi gereken bir sorundan başlayın” diyor. Çünkü teknoloji kendi başına bir amaç değil, insan aklının hizmetinde bir araç. Bu sözü bugün birçok şirketin duvara asması gerekiyor. Zira teknolojiyle değil, anlamla kazanılan bir çağın içindeyiz.
2000’lerin başında dot-com balonu patladığında herkes “internet bitti” demişti. Oysa o çöküş, internetin gerçek doğuşuydu. Çünkü sahte, şişirilmiş, içi boş projeler piyasadan ayıklanmıştı. Bugün aynı süreç yaşanıyor. Binlerce yapay zekâ girişimi var ama çoğunun ortada bir ürünü yok. Sadece logolarında “AI” yazıyor. Hatta bazıları sırf fon toplamak için bu kelimeyi marka adına ekliyor. Bu tarz davranış, aslında insan doğasının bir yansıması. İnsanoğlu bir alanda birilerinin para kazandığını gördüğünde oraya yönelir. Bu refleks, tarihin her döneminde tekrar etmiştir. Her yeni fikir, önce birkaç öncüyle başlar; sonra herkes oraya akın eder ve bir balon oluşur. Ama bu kaçınılmaz döngünün sonunda her zaman aynı olur: en iyi yapanlar ayakta kalır. İlk çıkan her zaman kazanan olmaz; bazen sonradan gelen biri, farklı bir yöntemle bütün oyunu değiştirir. Yapay zekâda da aynı tablo yaşanıyor. Erken davranmak değil, doğru uygulamak kazandırıyor.
Balonun patlaması kötü bir şey değil. Aksine, temizleyici bir süreç. Gerçek teknoloji, şovun, pazarlamanın ve korkunun içinden sıyrılıp kalıcı hale gelecek. Tıpkı elektriğin, internetin, otomobilin hikâyesinde olduğu gibi. Bu dönüşümün merkezinde ise veri kalitesi yer alıyor. Bugün bir şirketin yapay zekâdan verim alamamasının sebebi algoritma değil, veridir. Eksik, tutarsız ya da yanlış etiketlenmiş veriler, yapay zekâyı körleştirir. Veri kalitesi bir şirketin sinir sistemi gibidir; ne kadar güçlü olursa, beyin o kadar doğru karar verir. Geleceğin rekabeti “kim daha çok veri topladı” arasında değil, “kim daha doğru veriyle düşündü” arasında olacak.
MIT raporu, yapay zekâ dönüşümünde “baby steps”, yani küçük ama ölçülebilir adımların önemini vurguluyor. Bir anda devrim yapmaya çalışmak yerine, sistematik ilerlemek… Bir departmanda başarı sağlanmadan tüm organizasyonu dönüştürmeye kalkmak, binayı temelsiz büyütmektir. Yapay zekâ stratejisi, büyük vaatlerle değil, ölçülebilir kazançlarla büyür. Tıpkı insan gibi: yürümeyi koşmaktan önce öğrenir.
Ancak bu tartışmanın özünde teknik bir mesele değil, insani bir mesele var. Yapay zekâ bir teknoloji; insan aklının yerini alamaz. Teknoloji üretebilir ama anlam veremez; veri işleyebilir ama değer ölçemez. Bu yüzden asıl soru “Yapay zekâ bizi yok edecek mi?” değil, “Biz yapay zekâyı nasıl yöneteceğiz?” sorusudur. Geleceği teknoloji şirketleri değil, insanlık bilinci belirleyecek. Yapay zekânın geleceği, felsefesi olmayan bir zekânın eksik kalacağı bir gelecek olacak.
Her çağın bir balonu vardır. Buhar makinesi, demiryolu, internet, kripto, metaverse… Şimdi sıra yapay zekâda. Ama tarihin gösterdiği bir gerçek değişmez: Balonlar patlar, gerçek kalır. Bugün teknolojiye tapınan, sadece hızla büyümeye odaklanan şirketler kaybedecek. Problemi, insanı ve anlamı merkeze alanlar kazanacak. Çünkü zekâyı üretmek değil, onu yerli yerine koymak ustalık ister.
Ve belki de en önemlisi şu: Bu çağın kazananı, en çok yatırım yapan değil, en derin düşünen olacak.
Saygılarımla
Taşkın Koçak