Okulları çocuklarımıza sevdiremedik. Bu cümle, belki de Türkiye’de eğitimi konuşurken söylenebilecek en ağır ama en doğru cümlelerden biri. Çünkü mesele yalnızca müfredat, sınav sistemi ya da öğretmen sayısı değil; mesele çocuğun okulla kurduğu duygusal bağın neredeyse kopmuş olmasıdır. Buna karşılık bugün yapay zekâ, öğrenmeyi çocuklara sevdirecek bir imkân olarak önümüzde duruyor. Üstelik bu kez zorla değil; merakla, kişisel hızla ve ilgiyle. İyi ki varsın YZ demek, tam da bu yüzden sadece teknolojik bir hayranlık değil, aynı zamanda sahici bir eğitim arayışının ifadesidir.
Türkiye’de hem millî hem de dinî eğitimin mevcut “gidişatla” başarılı olması zor görünüyor. Çünkü her iki alan da uzun süredir mekanikleşmiş durumda. Konferanslarımda sıkça dile getirdiğim o meşhur örnek aslında çok şey anlatır: Anadolu’da kuraklık baş gösterdiğinde insanlar yağmur için dua ederler; tıpkı bunun gibi öğrenciler de okulların tatil olması için kar duasına çıkarlar. Bu bir espri değil; bu bir eğitim sosyolojisi verisidir.
Hatta geçen yıl, yeğenlerim ve çocuklarımla bir aradayken bunu canlı canlı bir kez daha gördüm. İçlerinde 2. sınıfa giden de vardı, 6. sınıfta olan da, 8. sınıfa hazırlanan da… Hepsi tek ağızdan, büyük bir sevinçle “Baba, amca… yarın okul kar dolayısıyla tatil! Allah yüzümüze baktı!” dediler. Sanki bir müjde gelmişti; sanki ağır bir yük omuzlarından kalkmıştı. O an içimde tuhaf bir sızı hissettim. Çünkü bir anda kendi çocukluğum aklıma geldi: Biz de aynı duyguyu yaşardık. Aradan onca yıl geçti ama çocuğun okulla kurduğu duygu neredeyse hiç değişmedi.
Bu tablo bize şunu söylüyor: Çocuk, okulu bir umut kapısı olarak görmüyor; kaçılması gereken bir yük gibi görüyor. Daha acısı, çocuklar okula ne ders öğrenme heyecanıyla, ne sosyalleşme iştiyakıyla, ne de “öğretmenimle buluşacağım” sevinciyle gidiyor. Tam tersine, çoğu zaman okula mecburiyetle, zorunlulukla, “bitse de kurtulsam” duygusuyla gidiyor. Böyle bir iklimde, eğitim sadece bilgi aktaran bir mekanizmaya dönüşüyor; ruhu besleyen, merakı büyüten, karakter inşa eden bir yol olmaktan uzaklaşıyor.
Bu noktada durup sormak gerekiyor: İstemeyerek gidilen, sevilmeyen, yük gibi görülen bir yerde nasıl derin öğrenme gerçekleşebilir? Eğer çocuk okuldan kaçmayı “kurtuluş” sayıyorsa, bizim eğitim adına tartıştığımız pek çok şey müfredat, yöntem, ölçme, değerlendirme daha en baştan duygusal zeminde çökmüş demektir. Çünkü öğrenme, önce kalpte başlar; kalbin kapandığı yerde bilgi de içeri giremez.
Eğitim meselesi ülkemizin kanayan yarasıdır. Okullar açıldığında sadece öğrenciler değil, ebeveynler ve hatta eğitimciler bile stres yaşıyor. Çünkü okul, ruhu besleyen bir mekân olmaktan çıkmış; saatleri doldurulan, müfredatı “yetiştirilen”, sınavları “atlatılan” bir yapıya dönüşmüş durumda. Millî eğitim de dinî eğitim de aynı akıbete uğramıştır: içerik var, bilgi var, ama ruh yok. Bilgi aktarılıyor; fakat hikmet inşa edilmiyor.
Oysa eğitim dediğimiz şey, yalnızca bilgi birikimi değildir. Bilgi, insanı donatır; ama hikmet, insanı inşa eder. Bugün yaşadığımız temel kriz tam da buradadır. Eğitim sistemleri bilgiye odaklanırken, insanı ihmal etmektedir. Ağır müfredatlar, uzun ders saatleri ve bitmek bilmeyen ödevler öğrenciyi daha donanımlı hâle getirmiyor; bilakis öğrenmeden soğutuyor. Çocuklar okulu, sadece diploma almak için katlanılması gereken bir aşama olarak görüyor. Bilgiyle bağ kuramayan bir öğrenci, öğrenmeyi hayatının merkezine nasıl koyabilir?
Bu noktada yapay zekâ meselesi çok kritik bir yerde duruyor. Yapay zekâ, eğitimi insanileştirme potansiyeli taşıyor. İlk defa, her çocuğun hızına, ilgisine, yeteneğine ve öğrenme biçimine göre kişiselleştirilmiş bir eğitim mümkün hâle geliyor. Yapay zekâ, aynı sınıfta oturan ama aynı dünyada yaşamayan çocuklar gerçeğini ciddiye alıyor. Bu yönüyle YZ, eğitimin dili değişmeden önce, eğitimin tonunu değiştiriyor: zorlayan değil, eşlik eden bir dil.
Ancak burada çok önemli bir kırılma noktası var. Yapay zekâ tek başına bir kurtarıcı değildir. Eğer yapay zekâ, hikmetsiz bir eğitim anlayışının içine yerleştirilirse, sadece daha hızlı ve daha etkili bir mekanik sistem üretir. Asıl mesele, yapay zekânın hangi insan tasavvuruna hizmet edeceğidir. Çünkü teknoloji tarafsız değildir; onu kullanan zihniyetin aynasıdır.
Burada geçmişten gelen ama bugün büyük ölçüde kaybettiğimiz bir kavrama dönmek gerekiyor: maarif. Maarif, sadece öğretim değildir; terbiye, ahlak, anlam ve yön inşasıdır. Osmanlı’da maarif anlayışı, insanı meslek sahibi yapmadan önce insan yapmayı hedeflerdi. Fatih Sultan Mehmet’in yetişme süreci bunun en güçlü örneklerinden biridir. Fatih, sadece askerî deha ya da siyasi lider olarak yetiştirilmedi; hikmetle, sanatla, felsefeyle, dinle ve bilimle birlikte büyüdü. Kişiselleştirilmiş bir eğitim aldı; ama bu kişiselleştirme, verimlilik için değil, insanın kemali için yapıldı.
Bugün yapay zekânın sunduğu kişiselleştirilmiş eğitim imkânı, aslında bu eski maarif anlayışının teknolojik bir izdüşümü olabilir. Eğer YZ, çocuğu sadece daha hızlı öğreten bir araç değil; çocuğun anlam arayışına eşlik eden bir yol arkadaşı olarak konumlandırılırsa, işte o zaman gerçek bir dönüşümden söz edebiliriz. Bilgi, salt bilgi olmaktan çıkar; hikmete doğru yol alır.
Dinî eğitimde de benzer bir sorun yaşıyoruz. Din, ezberlenmesi gereken bilgiler yığınına indirgenmiş durumda. Oysa dinî eğitim, insanın kendisiyle, hayatla ve varlıkla kurduğu ilişkinin en derin boyutunu şekillendirir. Hikmetsiz bir din eğitimi, ya şekilciliğe ya da kopuşa yol açar. Yapay zekâ burada da bir imkân sunabilir: baskılayan değil, anlamaya davet eden; korkutan değil, düşündüren bir dil kurmak mümkün.
Elbette bu mesele yalnızca eğitimcilerin çözebileceği bir mesele değildir. Eğitim, toplumsal bir organizmadır. Sosyologlar, psikologlar, pedagoglar, doktorlar, sanayiciler, ilahiyatçılar, sanatçılar ve manevi şahsiyetler bir araya gelmeden bu kriz aşılmaz. Çünkü sorun yalnızca okulun içinde değil; hayatın tamamındadır. Bu nedenle eğitim, yalnız eğitimcilerin değil; toplumun bütün unsurlarının ortak sorumluluğudur. Millî Eğitim bu gerçeği hakkıyla anlamadığı sürece de işin düzelmesi kolay değildir.
Üstelik artık elimizde, doğru kullanıldığında bu süreci hızlandırabilecek bir imkân var: yapay zekâ. Yapay zekâ, eğitimde tek tip yaklaşımın yıpratıcı sonuçlarını azaltabilecek güçlü bir araç sunuyor: kişiselleştirilmiş öğrenme. Her çocuğun hızına, ilgisine, seviyesine ve öğrenme biçimine göre içerik üretebilen; eksiklerini fark edip ona özel çalışma yolları önerebilen; öğretmenin yükünü artırmadan öğrenmeyi destekleyen bir yardımcıdan söz ediyoruz. Dahası, veriye dayalı analizlerle sahadaki gerçek ihtiyaçları görünür kılabilir: Hangi bölgede hangi sorun yoğun, hangi yaş grubunda hangi kazanım eksik, hangi yöntem işe yarıyor bunları daha şeffaf hale getirebilir.
Ama burada kritik bir şart var: Yapay zekâ, “idari bir kolaylık” ya da “teknolojik vitrin” olsun diye değil; eğitimi insanileştirmek için kullanılmalı. Aksi halde YZ, mekanikleşmiş bir sistemin içine eklenmiş daha hızlı bir mekanizma olur; ruhu olmayan düzeni sadece daha verimli hale getirir. Oysa bizim aradığımız şey verimlilikten önce anlam, hikmet ve maarif perspektifidir.
Sonuç olarak şunu söylemek gerekiyor: Sistem değişiklikleri tek başına yetmez. Müfredat değişir, sınav sistemi değişir, okul türleri değişir; ama insan tasavvuru değişmezse sonuç değişmez. Yapay zekâ bu noktada bir fırsattır. Ama bu fırsat ancak hikmetli bir maarif anlayışıyla birleştiğinde anlam kazanır. Aksi hâlde yapay zekâ da, tıpkı bugünkü okullar gibi, sevilmeyen ama mecbur kalınan bir yapıya dönüşür.
Eğitim, çocuğun okula koşarak gittiği gün düzelmeye başlar. O gün gelene kadar mesele yapay zekâ mı, müfredat mı değil; mesele insanı yeniden merkeze alabilmektir.
Saygılarımla
Taşkın Koçak
