Akıl ile İrfanın Ayrışmasında Yitip Giden Ufuklar
İslam dünyası tarih boyunca birçok entelektüel gerilimi bünyesinde barındırmış, fakat bu gerilimleri kimi zaman medeniyetin itici gücüne, kimi zaman ise duraksama ve gerilemenin nedenine dönüştürmüştür. Bu gerilimlerin en belirginlerinden biri, Meşşâîlik; aklî-hikemî okul (akılcı-felsefi okul) ile İşrâkîlik; Keşf ve ilham temelli irfanî okul (sezgici, mistik okul) arasında yaşanan zihinsel çatışmadır. Bu çatışma yalnızca düşünce dünyasında değil; ilim, eğitim, sosyal kurumlar ve siyasi kararlar üzerinde de derin izler bırakmıştır. Bilginin mahiyetine ve yöntemine dair bu iki yaklaşım arasındaki ayrışma, İslam medeniyetlerinde bilimsel ilerlemenin yönünü ve seyrini belirleyen temel etkenlerden biri olmuştur.
Meşşâîlik: Akıl Temelli Bir Medeniyet Modeli
Meşşâîlik, Aristo felsefesinin İslam düşüncesine entegre edilmesiyle ortaya çıkmış, özellikle Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi büyük düşünürlerin katkısıyla sistemleşmiştir. Bu düşünce çizgisi, evreni rasyonel, düzenli ve nedensellik ilkeleriyle işleyen bir yapı olarak görür. Bilgiye ulaşmanın yolu akıldan, mantıktan ve deneyimden geçer. Evrenin işleyişi, matematiksel, fiziksel ve metafizik yasalarla açıklanır. Günümüz biliminin var oluşuda bu bakışla örtüşmektedir.
Bu perspektif, İslam’ın ilk yüzyıllarında siyasi olarak da desteklenen “ilim seferberliği” ile uyumlu biçimde gelişti. Abbâsîler döneminde kurulan Beytü’l-Hikme, Hint, Yunan ve İran bilimlerini Arapçaya kazandırarak Meşşâî akılcılığın temel kaynaklarını oluşturdu. Buradan beslenen İbn Sina, tıp, mantık, fizik ve metafizikte yaptığı sentezlerle hem İslam dünyasında hem Avrupa’da yüzyıllarca etkili oldu.
Meşşâîlik, ilimle dinin çatışmayacağını, doğru yorumlandığında aklın da, vahyin de aynı hakikate götüreceğini savundu. Ancak bu sentez, kelamcılar ve mutasavvıflar tarafından çoğu zaman “soğuk akılcılık” ve “determinist felsefe” olarak eleştirildi.
İşrâkîlik: Kalbî İdrak ve Keşf Yoluyla Hakikate Yolculuk
İşrâkîlik, 12. yüzyılda Şihâbeddin es-Sühreverdî tarafından kurumsallaştırılan bir hikemî ve irfanî düşünce okuludur. Bu yaklaşım, bilgiye ulaşmada yalnızca aklı değil; keşf, ilham ve kalbî idrake dayanan manevî tecrübeyi de esas alır. İşrâkî düşünce, Zerdüştlük’teki nur öğretisiyle Yeni Eflatuncu metafiziği ve İslam tasavvufunu mezcederek, hakikate ulaşmanın ruhun arınması ve ilahî nurla gerçekleşen kalbî aydınlanma yoluyla mümkün olduğunu savunur.
İşrâkîlik’in etkisi, özellikle İran coğrafyasında Safevîler döneminde çok daha yoğun hissedilmiştir. Bu gelenek, tasavvufi tarikatlarla bütünleşerek eğitim kurumlarında irfani hikmete dayalı bir bilgi anlayışını yaygınlaştırdı. Bilgi, akıldan çok gönül ve ruhun keşfiyle elde edilir. Bu yaklaşımda bilimsel açıklamalar yerini sembollere, remizlere ve bâtınî tevilere bırakır.
İşrâkîlik, Meşşâîliğin açıklayıcı yönünü küçümsemese de onun yetersiz olduğunu, ruhu ihmal ettiğini, evrenin sadece mekanik yönüne odaklandığını savunur ve bunu tenkit eder.
Çatışmanın Medeniyetlere Etkisi: Birlikten Doğan Zenginlik mi, Ayrışmadan Kaynaklı Kırılma mı?
Başlangıçta bu iki ekol arasında bir çatışmadan ziyade tamamlayıcılık vardı. Nitekim İbn Sina’nın felsefesinde akıl ile ilham bir arada bulunur. Fakat Gazali’nin Tehâfütü’l-Felâsife eseriyle birlikte Meşşâî düşünceye sert bir eleştiri yöneltilmiş ve filozoflar “sapkınlıkla” suçlanmıştır. Bu durum, özellikle doğa bilimleriyle uğraşan ilim adamlarının saygınlığını zedelemiş, felsefe ve bilim merkezli yaklaşımlar marjinalleşmiştir.
On üçüncü yüzyıldan itibaren medreselerde kelam ve fıkıh eğitimi öne çıkarken; astronomi, fizik ve tıp gibi alanlar ikinci plana bırakıldı. Bu ayrışma, İslam dünyasında bilimsel üretkenlikte gözle görülür bir düşüşe yol açtı. Bilim, artık gündelik ihtiyaçlara cevap veren “araçsal” bilgiye indirgendi. İlahi hikmetle manevi aydınlanma arayışı, toplumu daha metafizik bir bakışa sevk ederken, akılcı sorgulama zemin kaybetti.
Osmanlı ve Safevîlerde Bilgi Anlayışıda, Hangi Yol Tercih Edildi?
Osmanlı medreseleri, temelde Sünnî-kelamî çizgiye dayansa da uzun süre İbn Sina geleneğini sürdürdü. Ancak zamanla bu gelenek terk edildi ve özellikle Kanuni sonrası dönemde eğitim müfredatı tamamen fıkıh, kelam, nahiv ve sarf eksenine kaydı. Matematik, astronomi ve felsefe medrese dışına bırakıldı.
Safevî İran’ında ise İşrâkîlik ve Şiî-İrfan geleneği ön plandaydı. Bilgiye ulaşmada ilham ve hikmet daha fazla değer görüyordu. Bu durumla her iki medeniyetin çoğrafyasında bilimsel keşifler artık sistemli biçimde desteklenmediği için Batı’daki modern bilimsel devrime paralel bir gelişme yaşanamadı.
Modern Dönemin Etkileri ile Kaybedilen Önemli Sentez
Modern dönemde İslam dünyası, Batı’nın bilimsel atılımıyla yüzleştiğinde, Meşşâî ve İşrâkî gelenekler arasındaki sentezin eksikliği daha da belirginleşti. Ne Batı’nın seküler-pozitivist bilim anlayışı bütünüyle içselleştirilebildi, ne de İşrâkîliğin hikmet temelli irfanî birikimi çağın ihtiyaçlarına cevap verebildi. Bu durumda Müslüman düşünürler yeniden bir köprü kurma arayışına girdiler. Muhammed İkbal, ilham ve aklın birlikte işletilmesini savunurken; Seyyid Hüseyin Nasr, modern bilimi “kutsaldan soyutlanmış bilgi” olarak eleştirdi ve geleneksel hikmetin ihyasını önerdi. Ancak İslam coğrafyasındaki üniversiteler, bu iki damar arasındaki dengeyi kurmakta başarısız oldu. Ya Batı bilimi taklit edildi ya da tasavvufî yaklaşımlar, eleştirel düşüncenin ve bilimsel yöntemin önüne geçirildi. Böylece entelektüel bağımsızlık zedelendi, bilim üretimi ise dışa bağımlı hâle geldi.
Kapsamlı Değerlendirme: Bugün İçin Ne Söyler?
Meşşâîlik ile İşrâkîlik arasındaki tarihsel çatışma, bir tercihten öte bir kopuşa dönüştüğünde, İslam dünyası entelektüel dinamizmini yitirdi. Oysa her iki yaklaşım da kendi içinde hakikatin bir yüzünü temsil etmektedir. Meşşâîlik, doğayı çözümlemeyi ve (Sunetullah) yasaları kavramayı sağlar; İşrâkîlik ise insanı manevi anlam arayışına sevk eder.
Bugün İslam dünyası yeniden medeniyet üretme iddiasındaysa, bu iki geleneği düşman değil; müttefik olarak görmelidir. Üniversitelerde yalnızca teknik mühendislik değil, hikmet merkezli felsefe de öğretilmelidir. Araştırma merkezleri sadece veri değil; anlam da üretmelidir. Aydınlar yalnızca bilgi taşıyıcısı değil; değer taşıyıcısı da olmalıdır.
Sonuç olarak, Meşşâî akılcılıkla İşrâkî sezginin tarihsel çatışması, İslam medeniyetinin en büyük entelektüel açmazlarından biri olmuştur. Ancak bu açmazı doğru okuyabilirsek, buradan yepyeni bir medeniyet tasavvuru, yeni bir bilgi düzeni ve yeni bir bilimsel atılım doğabilir. Aksi halde, ya aklı mutlaklaştırarak hakikati yalnız aklî kıstaslara indirgeyen bir tekebbüre, ya da sezgiyi nass ve hikmetten koparıp dogmatik bir bâtınîliğe mahkûm oluruz
Saygılarımla
Taşkın Koçak