İslam, sadece belirli bir çağın yahut toplumun ruhunu değil; tüm zamanları ve mekânları kuşatan bir hakikatin adıdır. O, insanoğlunun fıtratına uygun bir şekilde yaratıcıyla olan bağını kuran, hayatın anlamını açıklayan ve bireyin hem kendisiyle hem toplumla ilişkisini düzenleyen ilahi bir sistemdir. Ancak günümüzde İslam’ı, sanki tarihsel bir medeniyetmiş gibi değerlendirme eğilimleri, hem dinin özünü hem de evrenselliğini daraltmakta, yanlış bir anlayışa kapı aralamaktadır.
Bu yazıda, İslam’ın bir “medeniyet” değil; bir “din” olduğunu, medeniyetler üzerinde kültürel, ahlaki ve hukuki bir rehberlik sunduğunu ama bizzat medeniyetin kendisi olmadığını; ibadetlerin, ritüellerin ve ahlaki değerlerin farklı kültürlerle etkileşime girerek nasıl çeşitlilik doğurduğunu; aynı zamanda bu çeşitliliğin İslam’ın özünden sapmadan nasıl şekillendiğini ele alacağız.
İslam: Vahyin Yol Gösterdiği Bir İnanç Sistemi
İslam, Allah tarafından insanlar için gönderilen son ve evrensel dindir. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in sünneti, bu dinin temel iki kaynağıdır. İslam; inanç, ibadet, ahlak ve fıkıh gibi alanlarda insan hayatının bütününü kuşatan ilkeler ortaya koymuştur. Bu yönüyle din, zamana ve mekâna bağlı olmayan, değişmeyen hakikatler bütünüdür.
Medeniyet ise, insan topluluklarının tarihsel süreçte oluşturdukları kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasal sistemlerin toplamıdır. Dolayısıyla medeniyet, insan emeğine ve aklına dayalı olarak gelişir. Zamanla değişebilir, dönüşebilir, çökebilir ya da yeniden doğabilir. Ancak din, özellikle de İslam gibi vahiy temelli bir din, insan aklının ürünü değil; Allah’ın kullarına sunduğu evrensel bir yol haritasıdır.
İşte bu noktada net bir ayrım yapmak gerekir: İslam bir medeniyet değildir, ama medeniyetlerin ahlaki ve hukuki çatısını belirleyen ilahi bir rehberdir.
Medeniyetin İnşasında İslam’ın Rehberliği
İslam’ın tarih boyunca farklı bölgelerde yayılması, o bölgelerdeki toplumların kültürel yapılarıyla etkileşime girmesine yol açmıştır. Bu etkileşim, zamanla İslam’dan ilham almış medeniyetlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Emeviler, Endülüs Emevileri, Abbasiler, Memlükler, Selçuklular, Osmanlılar, Safeviler, Babürler ve Timur İmparatorluğu gibi bazı medeniyetler bu duruma örnek gösterilebilir.
Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bu medeniyetler, İslam’ın doğrudan kendisi değildir. Bu yapılar, İslam’ın sunduğu ahlaki, hukuki ve sosyal ilkeleri kendi tarihsel, kültürel ve coğrafi koşulları içinde yorumlayan toplulukların ürünüdür. İslam, onların yörüngesinde bir uygarlık üretmemiş; onlar, İslam’ın rehberliğinde bir yaşam tarzı ve toplumsal sistem inşa etmiştir.
Bir kavim veya medeniyet, İslam’ı kabul eder ve onun ahlaki, etik ve fıkhi değerlerini ölçü olarak benimserse, o toplum için İslam bir rahmet olur. Yöneticiler, yönetim anlayışlarını İslam’ın adalet ve hikmete dayalı ilkelerine göre şekillendirirse, o toplumda huzur ve denge hâkim olur. Ancak bir medeniyet, İslam’ı benimsediğini iddia ettiği hâlde, onun ahlaki ve hukuki değerleriyle değil; kendi arzu, heva ve hevesleri doğrultusunda hareket ederse, İslam’ın o toplum adına yapabileceği bir şey kalmaz. Bu durumda yapılan hata ve sorumluluklar İslam’a değil, o topluma ve yönetenlerine aittir. İslam’ın adını taşıması, o toplumun her fiilini meşru ve doğru kılmaz.
Bu gerçeği tarihten bir örnekle açıklayabiliriz: İslam tarihinde tartışmalı bir şahıs olan Timur’un, bazı kaynaklara göre yaklaşık 12 milyon insanın ölümüne sebep olduğu ifade edilmektedir. Böyle bir kişinin ve kurduğu devletin, sadece İslam’ı referans göstererek İslam çerçevesinde anılması, oldukça üzücüdür. Çünkü İslam, adaletin, merhametin ve insan onurunun dinidir. Bu tür tarihi şahısların yaptığı eylemler, İslam’ı değil, onların şahsi ve politik tercihleridir. Dolayısıyla, bir toplumun kendisini İslam içinde tanımlaması, onun her davranışını İslam’la ilişkilendirmeyi meşru kılmaz.
İslam Kültür Değildir, Ama Kültürleri Şekillendirir
İslam’ın ibadetleri, ritüelleri ve ahlaki emirleri elbette kültürel yapılar üzerinde derin izler bırakmıştır. Ancak bu durum, İslam’ın bir kültür veya medeniyet olduğu anlamına gelmez. Çünkü her milletin kendine has örf, adet ve kültürel hafızası vardır. İslam, Arap toplumuna geldiğinde o toplumdaki cahiliye geleneklerinden kimisini kökten yasaklamış (örneğin kız çocuklarının diri diri gömülmesi gibi), kimisini ise ahlak sınırları içinde yeniden şekillendirmiştir.
Kur’an’da Allah, kavimlere ve farklıklarına özellikle vurgu yapar:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizi tanıyasınız diye sizi halklar ve kabileler olarak kıldık. Allah katında en üstün olanınız, takvaca en üstün olanınızdır.” (Hucurat 13)
Bu ayet açıkça gösteriyor ki, İslam’da tek tip bir kültür dayatması yoktur. Aksine her milletin kendi kimliğini koruyarak İslam’ın ahlaki ve fıkhi ilkeleriyle bütünleşmesi esastır. Irk, kavim, soy-sop gibi unsurların dinin önüne geçmesi İslam’da yasaktır. Bu sebeple Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Asabiyete (ırkçılığa) çağıran bizden değildir.”
Yani İslam, kültürleri dönüştürür ama yok etmez. O, bir milletin edebiyatı, sanatı ya da örfüyle özdeşleştirilerek tanımlanamaz. “İslam kültürü” ya da “İslam edebiyatı” gibi ifadeler, aslında Türk, Arap, Fars, Kürt, Malay gibi milletlerin İslamî ilkelere göre şekillendirdikleri ürünleri ifade eder. O halde bu alanlardaki üretimlerin kaynağı din değil, millettir; denetleyicisi ise İslam’dır.
“İslam Medeniyeti” Kavramı: Kavramsal Bir Çıkmaz
“İslam medeniyeti” ifadesi, çoğunlukla Batılı akademik çevrelerin, İslam’ın dünya üzerindeki etkisini anlamaya çalışırken geliştirdiği bir genellemedir. Ancak bu tanım, İslam’ı bir tür tarihsel medeniyet düzeyine indirgemek anlamına gelir ki bu ciddi bir yanılgıdır.
Eğer “İslam medeniyeti” denilecekse, hangi dönemi, hangi coğrafyayı ve hangi topluluğu kastettiğimizi netleştirmemiz gerekir. Çünkü Osmanlı’nın İstanbul’u ile Abbasilerin Bağdat’ı, Endülüs’ün Kurtuba’sı ile Safevilerin Tebriz’i, aynı dine mensup olsalar da farklı medeniyet yapılarıdır. Hepsinin ortak noktası İslam’dır; fakat medeniyetleri farklıdır.
Bu sebeple, “İslam medeniyeti” yerine daha doğru bir kavramsallaştırma şudur: “Dini İslam olan medeniyetler.”
Bu yaklaşım, hem İslam’ın evrenselliğini korur hem de farklı kültürel yorumlara alan açar.
Medeniyetin Başarısı ya da Başarısızlığı İslam’ın Ölçüsü Değildir
Tarihte yaşanmış çöküşler, çürümeler ve krizler, İslam’ın öğretisinden değil; bu öğretinin yeterince hayata geçirilmemesinden kaynaklanmıştır. Osmanlı’nın gerilemesini İslam’la açıklamak, ya da Endülüs’ün yıkılışını İslam’ın zayıflığıyla ilişkilendirmek, derin tarihsel ve sosyolojik sebepleri göz ardı etmektir.
İslam, her dönem için geçerli ahlaki ve hukuki ilkeler sunmuştur. Ancak bu ilkeleri nasıl uygulayacağımız, hangi araçlarla hayata geçireceğimiz tamamen insan aklının ve gayretinin bir sonucudur. Dolayısıyla, bir medeniyetin başarısı, sadece İslam’a göre yaşayıp yaşamadığına değil, aynı zamanda çağın gereklerini ve toplumsal koşulları ne derece doğru okuduğuna da bağlıdır.
Din ve Medeniyet Ayrımını Bulandırmak: Oryantalist Söylemin Stratejik Aracı
Batı, çoğu zaman İslam’ı karalamak, tartışmalı hâle getirmek ve itibarsızlaştırmak amacıyla “İslami Medeniyet” (Islamic Civilization) terimini kullanarak algı mühendisliği yapmaktadır. Bu kavram, özellikle oryantalistler tarafından sıkça tercih edilmekte ve İslam tarihindeki bazı kavimlerin ya da devletlerin hataları, tüm İslam’a mal edilmeye çalışılmaktadır. Böylece İslam’ın ilahi ve evrensel boyutu göz ardı edilerek, tarihsel ve beşerî hatalar üzerinden dine yönelik sistematik bir eleştiri üretilmektedir.
Dikkat çekici olan şudur ki, medeniyet tartışmaları gündeme geldiğinde genellikle “İslam medeniyeti” ile “Batı medeniyeti” gibi karşıtlıklar kurulur. Ancak nedense “Hristiyan medeniyeti” kavramı neredeyse hiç zikredilmez. Oysa Avrupa tarihi, özellikle Orta Çağ döneminde kilisenin baskıcı uygulamalarıyla, Engizisyon mahkemeleriyle, Haçlı Seferleriyle doludur. Buna rağmen bu uygulamalar Hristiyanlık diniyle özdeşleştirilmezken, İslam tarihinde yaşanmış bazı siyasi ve askeri olaylar doğrudan İslam’ın özüne saldırı aracı hâline getirilmektedir.
Bu yönlendirmelerin arkasındaki temel amaç, İslam’ın ilahi kaynağını ve evrensel değerlerini sorgulatmak, onu beşeri hatalarla özdeşleştirerek zayıflatmaktır. Batı’nın bu kavramsal tuzağına düşmemek gerekir. “İslam medeniyeti” kavramı üzerinden yürütülen eleştiriler, çoğu zaman İslam’ın hakikatine değil, o hakikatin yanlış temsil edildiği tarihsel uygulamalara dayandırılmaktadır. Bu sebeple, Batı’nın önümüze koyduğu “İslam medeniyeti” tanımıyla değil; İslam’ın bizzat kendisiyle, yani Kur’an ve Sünnet ile tanışmak ve onu değerlendirmek gerekir.
Unutmamalıyız ki, İslam’ı değerlendirmek için Müslümanların tarih boyunca yaptıkları değil, Allah’ın kitabında bildirdikleri ve Peygamber Efendimizin (sav) örnekliği esas alınmalıdır.
Sonuç: İslam Medeniyet Değil, Medeniyetleri Aydınlatan Bir Nurdur
İslam, medeniyet inşa etmez; insanı inşa eder. İnşa edilen insan, inandığı değerlere göre toplumunu şekillendirir. O toplum, zamanla kendi medeniyetini kurar. Ama o medeniyetin başarısı veya çöküşü, İslam’ın hakikatine değil, o toplumun niyetine, bilgeliğine ve çabasına bağlıdır.
İslam, bir kavmin değil; tüm insanlığın ortak değeridir. O, Araplara özgü değildir, Türklere ait değildir, Farslarla sınırlı değildir. İslam, hiçbir millete ait değildir; milletler İslam’a ait olur. Bu yüzden, İslam adına bir kültür veya edebiyat icat etmeye çalışmak yerine, İslam’ın sunduğu rehberlik ile kendi kültürümüzü ahlaklı ve adaletli kılmak en doğru yaklaşımdır.
Medeniyetler gelip geçer; kimisi yükselir, kimisi yıkılır. Ama İslam bakidir. Zira o, Rabbin kelamıdır. Medeniyetler insana dayanır, İslam Allah’a. İşte bu yüzden, İslam bir medeniyet değil; medeniyetlerin de ötesinde bir rehber, bir nur ve bir rahmettir.
Saygıyla.
Taşkın Koçak