İslam Dünyasında Bilim ile Dinin Kopuşunun Anatomisi

Tarihin dönüm noktalarında medeniyetler, yalnızca siyasi başarılarıyla değil, bilginin ve düşüncenin işleniş biçimiyle de yükselmiş ya da gerilemiştir. İslam medeniyetlerinin altın çağını yaşatan ruh da işte bu özgür düşüncenin, aklın ve vahyin birlikte nefes alabildiği atmosferle mümkün olmuştu. Fakat asırlar geçtikçe, bu altın çağın yerini kapalı, içine dönük, bilimden, araştırmadan ve sorgudan ürken bir yapıya büründü. Günümüz İslam dünyasının yaşadığı entelektüel krizlerin geçmiş kaynağında, hiçte olmaması gereken bilim ve din arasındaki dramatik kopuşun izleri var.

*ve Bilimin Bağı ile Altın Çağ

İslam medeniyetlerinin 8. ila 12. yüzyıllar arasındaki parlak dönemine baktığımızda, akıl ve vahyin birbiriyle çelişmek yerine birbirini beslemişlerdir. Bu dönemin büyük şahsiyetleri, yalnızca dini ilimlerde değil, matematikten astronomiye, felsefeden tıbba kadar geniş bir yelpazede eserler vermiştir. İbn Sînâ (Avicenna), Fârâbî, İbn Rüşd (Averroes), Birûnî, Râzî (Rhazes), İbn Heysem (Alhazen), Hârizmî, Nasîrüddin Tûsî, El-Kindî, İbn Haldûn ve daha niceleri… Bu isimler, aklı vahyin bir düşmanı olarak değil, tamamlayıcısı olarak gördüler.

*İbn Sînâ‘*nın “El-Kanun fi’t-Tıbb”ı asırlarca hem İslam hem Batı dünyasında tıbbın ana kaynağı oldu. Felsefede ise, akılla vahyin çatışmazlığını savundu; bilgiye ulaşmada akıl yürütmenin meşruiyetini cesaretle dile getirdi. *Fârâbî,* felsefeyi İslam düşüncesinin merkezine yerleştirerek, “ikinci öğretmen” (Muallim-i Sânî) unvanını aldı. O, aklın sınırlarını genişletirken, dini hakikatle rasyonel düşünceyi uzlaştırmaya çalıştı. *İbn Rüşd*, Aristo felsefesinin en büyük şarihiydi ve Endülüs’te din-bilim ilişkisine getirdiği rasyonalist bakış, Avrupa skolastisizmine meydan okudu. *Birûnî,* astronomi ve matematikte çığır açtı; gözlem, deney ve aklî muhakemeyi esas aldı.

Hikmetli Düşünceye Baskı

Peki, İslam’ın altın çağı nasıl sona erdi? Tarihsel süreçte, siyasi istikrarsızlıklar, mezhep çatışmaları ve dış tehditlerin artmasıyla birlikte geleneğin otoritesinin gücü arttı. Özellikle Abbasiler döneminin sonlarına doğru, özgür ve hikmetli sorgulayıcı düşüncenin yerini skolastik, taklitçi ve muhafazakâr bir anlayış aldı. Felsefe, akıl ve eleştiri, “zındıklık” ve “bidat” suçlamasıyla tehlikeli ilan edildi. Gazâlî gibi güçlü kelamcılar, felsefeye ve Batıni akımlara karşı sert eleştiriler yönelttiler; onun “Tehafütü’l-Felâsife” adlı eseri, filozofları tekfir ederek dinî ilimlerin akla üstünlüğünü resmen tescilledi. Gazâlî’nin amacı dini korumak olsa da, bu tavır, bilimsel ve felsefi düşüncenin marjinalleşmesine yol açtı.

Dönemin büyük filozofları, bu baskıdan doğrudan etkilendiler:

  • İbn Sînâ, hayatının son döneminde siyasi baskılardan kaçarak yaşamak zorunda kaldı; eserleri kimi bölgelerde yasaklandı.
  • İbn Rüşd, Endülüs’te eserleri yakılarak, yargılandı ve sürgüne gönderildi.
  • Râzî, geleneğe bağlı ilim erbabı ile sürekli çatıştı ve kör edilmekle cezalandırıldı.
  • İbn Heysem ise eleştirel yaklaşımı nedeniyle ömrünün büyük kısmını hapis ve sürgünde geçirdi.

Bu filozoflar ve bilginler, bilgiyi yalnızca bir teknik ve araç olarak değil, aynı zamanda hikmet – yani varlığın ve hakikatin özüne dair derin bir anlam arayışı – olarak işlediler. Onlar için ilim, insanı ve evreni anlama, varoluşun gayesine erme yolunda bir hikmet yolculuğuydu.
Oysa Batı’da, özellikle Aydınlanma sonrası filozoflar ve bilim insanları, bilginin hikmet boyutundan ziyade, bilginin kendisini kutsal ve nihai amaç olarak görmeye başladılar. Batı’da bilgi, anlam arayışından çok, doğa yasalarını çözmeye, teknolojik ilerlemeye ve insan hayatını kolaylaştırmaya yöneldi. İşte İslam dünyasının ilim adamları ile Batı’daki filozof ve bilim insanları arasındaki temel fark da burada yatmaktadır:
İslam filozofları için bilgi hikmetin bir kapısıydı; Batı için ise bilgi kendi başına bir değer ve güç kaynağıydı. Özetle, Doğu’da hikmete dayalı, Batı’da ise rasyonel ve teknik temelli bilgi anlayışı, medeniyetlerin kaderini tayin eden önemli bir ayrım noktası olmuştur.

Elbette Gazâlî’nin kendine özgü gerekçeleri vardı ve dinin hasas değerlerini koruma refleksi de çok önemliydi. Ancak onun çizdiği sınırlar ile birlikte bilgide hikmeti ve derinliği yeniden üretmek, işlemek ve anlamlandırmak için yeni kapıların açılmasına vesile olması gerekiyordu. Ne yazık ki, bu kapılar çoğunlukla kapalı kaldı.

İşte bu iki ekol arasındaki büyük çatışma, felsefe tarihinde “İşrakîlik” ve “Meşşâîlik” olarak adlandırılmıştır. Bu konuyu detaylı biçimde ele aldığım bir yazımda bulunmaktadır.

Bilim İnsanlarının Marjinalleşmesi ve Tekfir Süreci

Ortaçağ’ın ilerleyen dönemlerinde, dinin toplumsal ve siyasi düzenin temel taşı haline gelmesiyle birlikte, bilimsel yenilik ve eleştirel düşünce ya tamamen sistem dışına itildi ya da yalnızca “zararsız” kabul edilen konularda teşvik edildi. Matematik, astronomi ve tıp, doğrudan inançla çelişmediği sürece görece serbest bırakıldı. Fakat kozmoloji, felsefe, sosyoloji gibi alanlarda ise dogmatik sınırlar kesin biçimde çizildi. *İbn Haldûn,* “Mukaddime” adlı eserinde toplumsal gelişmenin ve bilginin evriminin esaslarını ortaya koyarken dahi, geleneğin temsilcisi ilim erbabı ile uzlaşmak zorunda kaldı.

Nasîrüddin Tûsî,* Moğol istilası sonrası kurduğu Maraga Rasathanesi’nde gözleme dayalı astronomik çalışmalar yapmasına rağmen, faaliyetlerini siyasi otoritenin gözetimi ve zaman zaman koruması altında sürdürebildi. *El-Kindî,* felsefi düşünceleri nedeniyle zaman zaman işkenceye uğradı ve kitaplarının önemli bir kısmı yakıldı. *El-Maârri* ise şiirlerinde akla, sorgulamaya ve özgür düşünceye övgü yağdırdı; yaşadığı dönemde büyük takdir toplasa da, sonraki yüzyıllarda “inançsız” ve “tehlikeli” olarak damgalandı.

Bilim–Din İlişkisinde Yüzyıllık Kopuşun Sonuçları

Bu süreç, İslam dünyasında akılcı ve üretken düşüncenin kurumasına, bilimsel metodun ve eleştirinin marjinalleşmesine yol açtı. Bilim insanları, çoğunlukla ya “ulema”nın kontrolünde ve denetiminde iş yapmak zorunda kaldı ya da iç dünyalarında yaşadıkları tereddütleri yazılarına açıkça yansıtamadılar. Düşüncenin ve özgür eleştirinin cezalandırılması, yalnızca felsefeyi ve kozmolojiyi değil, uzun vadede tıp, matematik, astronomi gibi pratik bilimlerin de gerilemesine neden oldu.

Bugün hâlâ İslam coğrafyasında, özgür bilimsel tartışmanın ve eleştirel aklın önündeki bariyerler yıkılamamıştır. Bilim, ya “meşruiyetini” dinin mutlak hakikatlerine uygunlukta bulmaya zorlanır ya da tamamen Batı’dan taklit yoluyla ithal edilmektedir. Bu nedenle özgün düşünce ve bilimsel yenilik, nadiren ortaya çıkmakta, çoğu zaman da ya toplumsal baskıya ya da siyasal dışlanmaya maruz kalmaktadır.

Sonuç: Bir Uyanış Mümkün mü?

İslam dünyasında bilim ve din arasında yaşanan bu yüzyıllık kopuşun izleri, bugün de toplumsal ve entelektüel hayatın her alanında hissediliyor. Oysa tarihte olduğu gibi, aklın ve vahyin yeniden hikmetli bir diyalog kurması mümkün ve gereklidir. Unutmamalıyız ki; *İbn Sînâ, Fârâbî, İbn Rüşd, Birûnî, Râzî, İbn Heysem, Hârizmî, El-Kindî, Nasîrüddin Tûsî, İbn Haldûn ve daha niceleri,* İslam medeniyetlerinin parlak dönemlerinin ürünüdür.

Bilimsel ve entelektüel uyanışın anahtarı, hikmetli düşünceyi, eleştirel aklı ve sorgulamayı yeniden  geçiyor. Bilim ve din arasındaki sağlıklı sınırların çizildiği, baskının ve tekfirciliğin yerini özgür tartışmanın aldığı yeni bir toplumsal ve entelektüel atmosfer, İslam dünyasının yeniden yükselişi için kaçınılmazdır.

Taşkın Koçak

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir