İnsanın adı, doğmadan önce başlar. Henüz hücreler şekillenmeye başlamışken, rahmin karanlığında, anneyle Allah arasında yankılanan sessiz bir sıfat verilir ona: cenin.
Bu isim, varlığın ilk habercisidir. Daha gözler açılmadan, kalp atışları atmaya başladığında bile insan, bir kimlik taşır. O kimlik, hepimizin ilk ortak adıdır. Çünkü hiçbirimiz “insan” olma serüvenine başka bir kapıdan başlamayız. Hepimiz, o sıcak karanlıktan doğarız.
Zaman ilerledikçe, rahmin huzurlu sükûneti yerini hayata bırakır. O an geldiğinde insan, ilk yolculuğunu tamamlar ve ikinciye başlar: artık bebektir. Ağlayarak açar gözlerini dünyaya. Çünkü ayrılığı hisseder. Cenin, annesinden ayrılmıştır; bir cennet sessizliğinden dünyaya düşmüştür. Bu yüzden her bebek ağlar — bir hatırlayış, bir unutuluş gibidir o ağlayış. Bebeklik, hayatın masumiyetidir; konuşmayı, gülmeyi, sevilmeyi orada öğreniriz. Fakat o masumiyetin içinde bile ölümün gölgesi vardır; çünkü her doğum, bir vedaya hazırlanıştır.
Bebek büyür, dünyayı tanımaya başlar. Artık adı çocuktur. Çocukluk, insanlığın en renkli evresidir. Her taş bir hazine, her gölge bir sırdır. Çocuk, dünyanın kirlenmemiş hâlidir; o hâlde bile insanın içinde merak, korku, sevinç, umut bir aradadır. Çocukken zaman yavaş akar; çünkü insan, henüz ölümlü olduğunu fark etmez.
Sonra o çocuk büyür, bedeni değişir, duyguları taşar. Artık ergen olur. Ergenlik, insanın içinde ilk kez iki sesin çatıştığı dönemdir: “Ben kimim?” ve “Ben ne olmalıyım?” soruları yankılanır. O dönem, insanın içindeki ateşin ilk kıvılcımıdır. İsyan eder, sorgular, kırar, yeniden yapar.
Sonra gençlik gelir; o fırtınanın adı artık gençtir. Gençlik, insanın dünyaya en çok inandığı, en çok yanıldığı çağdır. Gözleri ufka çevrilidir; büyük idealleri, büyük hayalleri vardır. Fakat farkında olmadan, her adımında bir ömür eksilir. Gençlik, sonsuz sandığımız kısa bir mevsimdir.
Zaman döner, insan olgunlaşır. Artık o, adam ya da kadın diye anılır. Bu evrede insan, hem kendini hem başkalarını taşır. Bir yanda sevmenin, bir yanda sorumluluğun ağırlığı vardır. Artık sadece kendi için değil, başkaları için de yaşar; evlat büyütür, iş kurar, yuva yapar. Artık “ben” değil, “biz” vardır.
Kadın anne olur, erkek baba. Bu iki kelime, insanın yeryüzündeki en güçlü unvanıdır.
Ama bununla da kalmaz; her biri hayatın içinde bir meslek edinir ve o meslekle de anılır. Kimisi öğretmen, kimisi doktor, kimisi polis, asker, hakim, avukat, iş insanı ya da başka bir mesleğin erbabı olur. Bu kez insan, yalnız aile içindeki değil, toplum içindeki ortak adını taşır. Çoğu kez hayatının sonuna kadar o adla çağrılır — bir ömür “öğretmen bey”, “doktor hanım”, “komutan”, “hocam”, “müdür bey” diye anılır. Çünkü insan, yalnız isimleriyle değil, yaptığı işle de kendini tanımlar. Mesleği, onun bir başka kimliğidir; ömrün sesi, emeğin izidir.
Anne, hayatın başlangıcındaki rahimdir; baba, o rahmin dışındaki koruyucu duvardır. Birinin sesi ninni olur, diğerinin omzu güven.
Sonra zaman geçer, çocuklar büyür, roller değişir. Anne ve baba, artık dede ve nine olur. Her yaş, yeni bir ad taşır, ama hepsi aynı zincirin halkalarıdır. Çünkü insan, unvanlarıyla değil, geçişleriyle insandır.
Ve o geçişlerde başka adlar da vardır: hala, teyze, dayı, amca…
Hepsi, insanın toplumla kurduğu duygusal bağların adı. Bu isimler, sadece akrabalığı değil, varoluşun paydaşlığını anlatır. Çünkü insan, yalnız var olmaz. Adlarımızın çoğu, başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerden doğar.
Ama zaman insana hep aynı şeyi hatırlatır: her ad bir geçiciliktir.
Yavaş yavaş yüz hatları değişir, ellerin gücü azalır. İnsan artık yaşlıdır.
Saçlara düşen beyaz, ömrün haritasıdır. Aynada kendine bakan kişi, artık kendini değil, geçmişini görür. Yaşlılık, hayatın özetidir. Gençken önemsemediğimiz şeylerin anlamını orada çözeriz: bir tebessüm, bir veda, bir dostluk…
Sonra ihtiyarlık başlar; insanın zamanı ağırlaşır. Sesler uzaklaşır, hatıralar yakınlaşır.
Fakat bu yolculuk hâlâ bitmemiştir. Vücut zayıflar, nefesler kısalır. İnsan artık hastadır.
Hastalık, varoluşun en sessiz dersidir. O an insan, hayat boyunca kaçtığı gerçeği fark eder: beden geçici bir kabuktur.
Bir zamanlar bebekti, gençti, güçlüydü… Şimdi hiçbirine sığmaz.
O anda, insan yeniden o ilk hâline döner — rahimdeki cenin gibi savunmasız, teslimiyet içinde.
Sonra bir gün nefes biter.
İsim yine değişir: artık cenazedir.
O noktada insanın dünyadaki bütün unvanları düşer. Ne baba, ne anne, ne dost… Hiçbiri kalmaz. Geriye sadece bir bedene dair kelimeler kalır: ölü, cenaze, mevta.
Hayat boyunca adını bin kez değiştiren insan, ölümle birlikte adını tamamen kaybeder.
Mevta, toprağa emanet edilir.
Oysa yol burada da bitmez; insanın son adı, toprağa kazınan o sessiz kelimedir: mezar.
Mezar, insanın sessiz aynasıdır. Her mezar, bir hikâyenin noktasız sonudur. Orada ne unvan, ne statü, ne güzellik kalır; yalnızca bir isim ve iki tarih: biri doğum, biri ölüm. Aradaki tire ise, bütün hayatın özeti…
Var oluştan mezara kadar uzanan bu yol, insanın tek hakiki serüvenidir. Her evrede bir isim değiştiririz ama varlığımız değişmez. Çünkü insan, isimlerinden daha büyüktür.
“Cenin”, “bebek”, “çocuk”, “genç”, “kadın”, “baba”, “anne”, “dede”, “hasta”, “yaşlı” “ihtiyar”, “cenaze” “mevta”…
Hepsi, aynı canın farklı duraklarıdır.
Bu duraklar, bize yalnızca bir şeyi öğretir: hayat, isimlerin gölgesinde değil, anlamın içinde yaşanır.
Bizi birbirimize benzeten şey; ne ten rengimiz, ne ırkımız, ne cinsiyetimiz, ne dilimiz.
Bizi aynı yapan, bu ortak yolculuktur: hepimiz aynı sıralamadan geçeriz.
Birimiz önden gider, birimiz arkadan gelir, ama yön aynıdır.
Rahimden toprağa uzanan bu çizgi, insanın evrensel yazgısıdır.
O yüzden kimseye bakıp “ben farklıyım” diyemeyiz; çünkü hepimiz aynı sona doğru yürürüz.
Bu farkındalık, insana hem acı hem huzur verir.
Acıdır, çünkü geçiciliği hatırlatır.
Huzurdur, çünkü yalnız olmadığımızı öğretir.
Her cenaze, bir doğumun yankısıdır; her doğum, bir cenazenin devamıdır.
Ve belki de hayat dediğimiz şey, tam da bu geçişlerin arasındaki kısa ışık çizgisidir.
Ceninden cenazeye, bebekten mezara kadar bütün adlarımız; aslında insanın tek hakikatini anlatır:
Her şey geçer, ama “var olmak” kalır.
İsimlerimiz değişir, yüzümüz değişir, rollerimiz değişir; fakat içimizdeki o sessiz bilinç, o “ben” hissi, hiç değişmez.
O yüzden, bu uzun yolculukta asıl soru “kim oldun?” değil, “nasıl yaşadın?” olmalıdır.
Çünkü bir gün hepimizin adı silinecek; ama geriye, nasıl yaşadığımızın kokusu kalacak.
Belki de Allah, bize adlarımızla değil; kalplerimizle seslenecek.
“Ey insan, ceninken, çocukken, hastayken, gençken, ihtiyarken…
Her adında ben seni görüyordum.
Senin yolculuğun değil, senin fark edişin önemliydi.”
İşte o vakit, insan anlar:
Ceninden cenazaye kadar uzanan bu yol, bir sona değil, bir dönüşe çıkıyormuş.
Toprakla başlayan her şey, yine toprağa dönüyormuş.
Ve bütün o adlar — bebek, genç, anne, dede, hasta, mevta —
aslında tek bir isme varıyormuş: İnsan.
Saygılarımla
Taşkın Koçak
