Bilgi Ekonomisi Eşiğini Görmeyen Ülkeler Kayıp Edecek

Türkiye bilgi ekonomisinin neresinde?

Dünya, kimsenin yüksek sesle ilan etmediği ama herkesin içinde hissettiği bir değişimin içinde. Ekonominin görünmez merkezi yer değiştirdi. Eskiden güç; fabrika bacılarında, makinelerin gücünde, tarlaların genişliğinde aranıyordu. Bugün güç; ekranda, kodda, veride, algoritmada.

Net söylemek istiyorum; bu değişimi zamanında okuyamayan ülkeler, farkında bile olmadan geride kalacaklar.
Ne dramatik bir çöküşle, ne bir savaşla, ne de büyük bir krizle… Sadece sessiz bir kayıpla. Her yıl biraz daha ucuzlayan emek, biraz daha değersizleşen üretim ve başkalarının yazdığı yazılımlara, platformlara, veri tabanlarına bağımlı bir hayat…

İşte “bilgi ekonomisi eşiği” dediğimiz şey tam burada duruyor:
Bir ülke, “değerin kaynağı artık bilgi ve zekâdır” cümlesini gerçekten idrak ettiği noktada bu eşiği geçmiş oluyor. İdrak edemeyenler ise üretmeye devam etseler bile, işin gittiği yönü fark etmeyecekler.

Türkiye nerede duruyor?
Açık konuşalım: Tam sınır çizgisinde.

Bir ayağımız hâlâ klasik ekonomide. Hâlâ ihracatı tonla, konteynerle, metrekareyle ölçmeye devam ediyoruz. “Kaç kişi çalışıyor?” diye soruyoruz, “Kaç bilişim projesi üretiyoruz?” diye pek sormuyoruz. Yatırımı makine sayısıyla, bina metrekaresiyle, çalışan sayısıyla anlamaya çalışan bir zihniyet devam ediyor.

Ama diğer ayağımız da yavaş yavaş bilgi ekonomisinin alanına kayıyor. Gençler yazılım öğreniyor, start-up’lar çıkıyor, oyun şirketleri değerleniyor, yapay zekâ araçları gündelik hayatımıza girmeye başlıyor. Üniversitelerde, teknoparklarda, bazı özel şirketlerde, bazı belediyelerde ve bakanlıklarda bu dönüşümün cızırtısını kısemende olsa duyabiliyoruz.

Yani Türkiye ne tamamen geride, ne de tam anlamıyla ileride.
Türkiye, eşiği görebilen ama henüz kararlı bir şekilde adım atmamış bir ülke.

Bilgi ekonomisi ne demek, basitçe anlatalım.
Eskiden üretim dendiğinde aklımıza hemen toprak, fabrika, işçi, mesai ve hammadde gelirdi. Ekonominin ağırlık merkezi bu araçlardı. Ancak günümüzde tablo artık bambaşka. Bugün bir yazılım ekibi, 20 metrekarelik bir ofiste oturup, dünyanın dört bir yanına hizmet satan bir platform kurabiliyor. Bir kişi, sadece bilgisayarıyla içerik, eğitim, oyun ya da uygulama üretip, klasik bir işletmede onlarca kişinin bir ayda kazandığından daha fazla gelir elde edebiliyor. Bir ülkenin stratejik gücü de sadece tank sayısıyla değil, veri merkezlerinin büyüklüğü, yapay zekâ kapasitesi ve yerli dijital platformlarının gücüyle ölçülüyor.

Kısacası bilgi ekonomisi; “bilgi + zekâ + teknoloji + ölçeklenebilirlik” demek.
Sadece bilmek yetmiyor, bilgiyi ürüne, hizmete ve platforma dönüştürmek gerekiyor. Değer artık makinede değil, algoritmada. Değer artık emekte değil, ölçeklenebilir dijital üründe. Ve bu tabloyu anlamayan ülkeler, çalışmaya devam etseler bile büyüyen yeni oyunun dışında kalıyorlar.

Dolayısıyla şu soruyu sormak zorundayız:
Türkiye, bu denklemin neresinde?

Bu soruyu cevaplamak için önce dünyanın yönüne bakalım.
Bugün Apple’ın piyasa değeri “3,2 trilyon dolar”, Google’ın çatı şirketi Alphabet’in değeri “2,1 trilyon dolar”, Nvidia’nın değeri “2,9 trilyon dolar”, Samsung’un yıllık geliri “200 milyar doların üzerinde”, Tencent’in piyasa değeri “300 milyar dolar”, Huawei’nin küresel cirosu “99,5 milyar dolar” seviyesinde. OpenAI ise henüz halka açık değil ama sadece ChatGPT markası üzerinden yapılan değerlemelerde şirketin değeri “150 milyar dolar” bandına yerleşmiş durumda.

Bu şirketlerin ortak noktası şu:
Hepsi bilgi ekonomisinin merkezinde, yani veriyi, yazılımı, yapay zekâyı ve dijital ölçeklenebilirliği ana sermaye olarak kullanıyor.
Tek bir dijital platform, bir ülkenin yüzlerce fabrikasının toplamından daha fazla ekonomik değer üretebiliyor.

Şimdi gelelim Türkiye’ye…
Türkiye’nin 2024 yılı toplam ihracatı “261 milyar dolar” olarak açıklandı. Yani koca bir ülkenin bir yıllık üretim, taşıma, lojistik, sanayi, tarım ve hizmet seferberliğinin toplamı, sadece bir Apple’ın piyasa değerinin sekizde biri, sadece Samsung’un yıllık gelirinin yaklaşık bir buçuk katı, hatta Tek başına Nvidia’nın piyasa değerinin gerisinde.
Bu fark, donanım gücünden değil, bilgi ekonomisinin gücünden doğuyor.

Aslında mesele şu:
Türkiye tonla ihracat yapıyor ama teknoloji devleri byte ile değer kazanıyor.
Türkiye milyonlarca insan çalıştırıyor ama dijital devler milyonlarca satır kodla zenginleşiyor.
Türkiye fiziksel üretim ağırlıklı büyüyor, dünya ise dijital zekâyla hızlanıyor.

İşte bu yüzden, bilgi ekonomisinin eşiğini görmeyen ülkeler kayıp ediyor.
İşte Türkiye tam bu başlık altında, kendisine şu soruyu sormak zorunda:

“Bir ülke olarak 261 milyar dolarlık ihracata mı yaslanacağız, yoksa tek bir güçlü yerli dijital platformla bunun kat kat fazlasını üreten ülkeler ligine mi geçeceğiz?”

Türkiye’de potansiyel kısmı çok güçlü. Genç nüfus var, teknoloji meraklısı bir toplum var, sosyal medya ve mobil cihaz kullanımı çok yüksek, girişimcilik ruhu var. Aslında hammadde bol: İnsan zekâsı.

Ama aynı anda şu eksiklikler de var:

  • Kendi verisini kendisi yöneten, güçlü, merkezi ama esnek bir ulusal veri ve yapay zekâ vizyonu hâlâ tam olarak net değil.
  • Üniversite–özel sektör ilişkisi çoğu yerde hâlâ “proje dosyası” seviyesinde, gerçek anlamda “ortak üretim ve kazıma kültürü” yeterince oturmuş değil.
  • KOBİ’ler, teknolojiyi kullanıyor ama çoğu hâlâ zihnen klasik ekonomide. Yapay zekâyı “bir kere alınacak program” sananlar çok, iş modelini temelden dönüştürecek bir güç olarak görenler az.

Bilgi ekonomisi, Taşkın hocam, “araç satın almak”la değil, bakış açısını değiştirmekle başlıyor.
Yani mesele, “Şu yazılımı alalım.” değil;
“Müşteriyi, ürünü, arzı, talebi, üretimi nasıl veriye ve zekâya dönüştürürüz?” sorusunu sorabilmek.

Bilgi ekonomisi eşiğini göremeyen ülkeler niye kayıp ediyor?

Çünkü şu oluyor:

  • Fiziksel üretim yapıyorlar ama marka başkasının,
  • Alt yapıyı kuruyorlar ama platform başkasının,
  • Veriyi oluşturuyorlar ama veri tabanı başkasının,
  • Gençlerini okutuyorlar ama beyin gücü başkasının sistemine akıyor.

Bu, yavaş işleyen bir kayıp. Bir sabah “iflas ettik” diye uyanmıyorsun ama yıllar geçince bakıyorsun ki ülken hâlâ emek yoğun, düşük katma değerli işlere sıkışmış. Üstüne bir de dışa bağımlı kalmışsın.

Türkiye tam bu riski taşıyan bir yerde duruyor.
Eğer bilgi ekonomisi eşiğini net bir devlet aklıyla, kararlı bir stratejiyle ve yapısal dönüşüm ile geçmezse; coğrafi konumu, genç nüfusu, girişimci ruhu bile onu sınırlı bir seviyede tutar. Güçlü ama tam anlamıyla söz sahibi olamayan, üretici ama oyunu kuralımaya değil kurallara uyan bir ülke kalır.

Peki ne yapılmalı?

Bunu çok teknik bir listeye boğmadan, insan gibi düşünerek konuşalım:

Veri egemenliği: Her bakanlık, her büyük kurum, her belediye için veri artık yan ürün değil, ana ürün olmalı. Kâğıt evrak düzeninin dijitali değil; tüm kararların beslendiği bir sinir sistemi gibi düşünülmeli.

Yapay zekâ okuryazarlığı: Sadece yazılımcılar değil, öğretmenler, imamlar, doktorlar, esnaflar, gazeteciler, memurlar… Herkes bu dönüşümün ne olduğunu anlayacak kadar temel düzeyde yapay zekâ ve bilgi ekonomisi bilmek zorunda.

Yerel–ulusal platformlar: Başkalarının kurduğu platformlarda kullanıcı kalırsan, en fazla “veri sağlayıcısı” olursun. Kendi platformlarını kurarsan, oyunun ortağı olursun.

Üniversitelerin rolü: Sadece mezun veren kurumlar değil, zekâ kazıyan ocaklar hâline gelmeli. Öğrenciye diploma değil, “üretime hazır kafa yapısı” vermeli.

Bunlar yapılırsa, Türkiye eşikte durmayı bırakıp kapıdan içeri girer.
Yapılmazsa, eşik hep görülen ama bir türlü adım atılmayan bir çizgi olarak kalır.

Son soruya tekrar dönelim:
Türkiye bilgi ekonomisinin neresinde?

Bence dürüst cevap şu:
Tam sınırda, tam arada, tam geçişte.

Geride değiliz; çünkü bu ülkenin içinde güçlü bir teknoloji damarının, parlak zekâların, üretken gençlerin, iyi niyetli girişimcilerin ve düşünen akademisyenlerin olduğunu biliyoruz.

İleride de değiliz; çünkü hâlâ klasik ekonominin alışkanlıklarını, reflekslerini, korkularını bırakamadık. Hâlâ “fabrika açıldı” haberini, “yeni bir teknoloji platformu doğdu” haberinden daha büyük manşet yapıyoruz.

Bilgi ekonomisi eşiğini görmek, sadece ekonomik bir tercih değil, aynı zamanda zihinsel bir karar.
“Ben bu çağın dilini konuşacağım.” demek.

Türkiye bu cümleyi ne kadar içten ve ne kadar örgütsel bir iradeyle kurarsa, gelecekte o kadar güçlü olacak.
Görmezden gelirse, kayıp edeceği şeyi ancak başkaları büyüdüğünde fark edecek.

Ve işin en ilginç tarafı şu:
Bu işin geri dönüşü yok.
Ya bilgi ekonomisinin tarafına geçeceğiz, ya da başkalarının kurduğu dijital düzenin taşeronu olarak kalacağız.

Karar, tam anlamıyla bugünün kararı.

Saygılarımla
Taşkın Koçak

Facebook
Twitter
Telegram
WhatsApp
Email

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir