Aziz Mahmud Hüdayî’yi Anlamak: Makamdan Çileye, Dünyadan Hakk’a Uzanan Yolculuk

 Zamanın Kıymetli Bir Makamında

16. yüzyılın kudretli Osmanlı Devleti’nde, ilim ve makam basamaklarını hızla tırmanmış bir âlimdir Aziz Mahmud Hüdayî. Kadılık, o dönemde yalnızca bir hukuk makamı değil, aynı zamanda devletin itibarının ve ilmin şerefinin zirvesiydi. Üsküdar Kadılığı, Bursa Kadılığı gibi görevler, bir ilim ehlinin en yüksek basamaklarıydı. Aziz Mahmud Hüdayî de o merdivenleri tırmanmış, dönemin önemli bir mevkiine oturmuştu.

Ama mesele şuydu: Makam insanı büyütür mü, yoksa küçültür mü? Hüdayî Hazretleri gördü ki; makam çoğu zaman insanın özünü törpülüyor, gönlündeki safiyeti bulandırıyor, kalbini perdeleyen bir iktidar sarhoşluğuna dönüştürüyor. İşte tam bu noktada, o büyük kararını verdi: makamdan çekildi, dünyadan geri durdu ve Hakk’a yürüyen çileli yola girdi.

Makamın İnsanı Dönüştürmesi

Hüdayî Hazretleri’nin hayatındaki kırılma, aslında bize derin ve dertli bir soruyu sorduruyor: İnsan mı makamı taşır, makam mı insanı?

Çoğu kişi, yüksek mevkilere eriştiğinde özünü kaybetmeye başlar. Önce tavır değişir, ardından dil, sonra da kalp değişir. Dün sıradan bir insanken bugün etrafında dalkavuklar, menfaatçiler, sahte dostlar çoğalır. Bu durum, insanın içindeki asli cevheri gölgeleyen büyük bir imtihandır. Aziz Mahmud Hüdayî işte bu tehlikeyi fark etti. Gördü ki makam, “ben” duygusunu şişiriyor; nefsi büyütüyor. Oysa tasavvufta asıl yolculuk, mahv ile benliği silmek ve tefânî ile kendini Hak’ta eritmek, yani “ben”den sıyrılıp “hiç”e doğru yürümektir.

Bilimsel hakikat dahi bu manayı destekler. Evvela maddeye bakıyoruz: dağ, taş, insan, eşya… Her şey bize dolu, yoğun, katı gibi görünüyor. Fakat mikroskopla yaklaştıkça atomların içi açılıyor. Önce milimetre, sonra mikron, sonra nanometre derinliğine indikçe karşımıza devasa bir boşluk çıkıyor. Atomun içindeki elektronlar, protonlar, nötronlar dahi kendi içinde parçalanıyor; kuarklar, leptonlar, bozonlar gibi daha küçük parçacıklara ayrılıyor.

Fizikçiler ne kadar derine inerse insin, maddenin en temelinde aslında boşluk ve yokluk ile yüzleşiyor. Yani insanın bedenini, evreni, kâinatı oluşturan temel yapı taşlarının zemininde dahi bir hiçlik hüküm sürüyor.

Demek ki insanı bir araya getiren maddenin temelinde de hiçlik vardır. Hiçliğini (tefani) idrak eden insan, hakiki varlığı ancak Allah’ta bulur.

Bottom of Form

Bu fark ediş, sadece bir tercihin değil, aslında bir ruhsal devrimin başlangıcıdır.

Makamdan Çileye Geçiş

Hüdayî Hazretleri, o yüksek kadılık makamından çekildiğinde halk belki şaşırdı, dostları belki anlamakta zorlandı. Ama o, dünyaya değil hakikate talip olmuştu.

Dervişlik, zahiren makamdan düşmek gibi görünür ama hakikatte insanın yükselişidir. Çünkü dervişlik, “yoklukta varlığı, çilede huzuru, meşakkatte kemali bulmak”tır. Hüdayî, bu yolculukta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, Hacı Bayram-ı Velî’nin, Somuncu Baba’nın izinden yürüdü. O da biliyordu ki asıl makam, kalpteki arınmadır.

İnsan-ı Kâmil Yolculuğu

Hüdayî Hazretleri’nin bize en büyük dersi şudur: Asıl kariyer, insan-ı kâmil olmaktır.

Ne kadar yüzyıl geçerse geçsin, bu gerçek değişmez. Bugün profesörlük, bakanlık, CEO’luk, milyar dolarlık servet… Bunlar dünün kadılık makamının modern karşılıklarıdır. Ama Hüdayî’nin gösterdiği gibi, bunların hiçbiri kalıcı değildir. Esas olan, insanın kendi kalbini, özünü, ahlakını, kulluğunu yüceltmesidir.

O yüzden tasavvufta hep söylenir: “Makamların en yücesi kulluktur.” İnsan-ı kâmil, ne dünyadan kopar ne de dünyaya esir olur. O, kalbini Allah’a bağlar, mahlûkata merhametle yaklaşır.

Varlık ile Yokluk Arasında

Aziz Mahmud Hüdayî, bize şunu öğretti: İnsan, varlıkla yokluk arasında bir hiçtir.

Makam, mal, şöhret, servet… Bunların hepsi aslında birer gölgedir. Güneş batınca gölge kaybolur. İnsanın varlığı da böyledir. O halde insan, kendi hiçliğini bilirse kıymet kazanır. Çünkü hiçliğini bilen, Hakk’ın varlığına tutunur.

Tasavvufta bu, “fenâ fillah” olarak çağrılır: Allah’ta yok olmak, sonra “bekâ billah” ile Allah’ta var olmak. Hüdayî Hazretleri’nin hayatı, bu hakikatin ete kemiğe bürünmüş hâlidir.

Bugün Biz, Aziz Mahmud Hüdayî’yi Nasıl Anlamalıyız?

  • Makam hırsının aldatıcılığını görmek için.
  • İnsanın özünü kaybetmemesi gerektiğini bilmek için.
  • Asıl başarının kalbin terbiyesinde olduğunu anlamak için.
  • Dünyanın fâni, Hakk’ın ise bâki olduğunu idrak etmek için.

Ve bilhassa şu hakikatleri kavramak için:

  • Şan ve şöhret uğruna makama koşma.
  • Makam için kendini küçültme, değerinden düşme.
  • Makam uğruna dininden taviz verme.
  • Ehliyet ve liyakat taşımıyorsan makama talip olma.
  • Makam için kardeşini ezme.
  • Makam için cemaatçiliğe saplanma, “bizden değil” diyerek müslüman kardeşini dışlama.
  • Makam için hemşericiliğe düşme.
  • Ancak hak ve hakikat için makama yönel; nasibinse zaten sana verilecektir.

Aziz Mahmud Hüdayî’nin hayatı bize şu dersi bırakır: “Hiçlik makamı, aslında en büyük izzettir.”

Bugün bizler, makam için birbirimizi ezmekte, kariyer için en değerli hasletlerimizi satmakta, servet için kardeşliğimizi unutmakta değil miyiz? Bir zamanlar ilim ve irfan için verilen mücadele, bugün unvan için, koltuk için, makam odaları için verilmekte. İnsan, kendi özünü yitirdikçe yükseldiğini zanneder ama aslında ruhunu küçültmektedir.

Düşünün: Bir “beğeni” uğruna gecesini gündüzüne katan, başkalarının gözünde var olabilmek için kendi öz değerlerini unutan milyonlar var. Oysa Aziz Mahmud Hüdayî’nin çağlar ötesinden gelen sesi hâlâ yankılanıyor:

“Ey insan! Sen gölgelerin peşinde koşuyorsun. Oysa gölge kaybolacak. Asıl olan, Hakk’ın huzurunda nasıl bir kul olduğundur.”

Bu ses, sadece geçmişe ait değildir; bugünün kalabalık şehirlerinde, ekran ışıklarının ardında kaybolmuş gönüllere de hitap etmektedir. Çünkü asıl izzet, makamın ihtişamında değil; gönlün safiyetinde, kalbin teslimiyetindedir. Hüdayî bize, hakiki yüceliğin hiçlikte saklı olduğunu haykırıyor.

Hüdayî’nin İrşadı

Hüdayî Hazretleri sadece kendi nefsi için bu yolu seçmedi. O, binlerce müride yol oldu, İstanbul’un manevî sultanı oldu. Bugün hâlâ Üsküdar’daki dergâhı ziyaretgah, hâlâ duası dillerde, hâlâ ismi gönüllerde…

Onun irşadı, bir ömürlük bir davettir: “Gel, dünyaya aldanma. Gel, Hak yoluna yürü. Gel, gönlünü temizle.”

En Yüce Makam ve En Yüce Makamın Hakikati

Aziz Mahmud Hüdayî bize gösterdi ki: İnsanın en yüce makamı, insan-ı kâmil olmaktır; yani kulluktur. Bundan daha büyük bir kariyer, daha yüksek bir şeref yoktur. Ne saray, ne kürsü, ne para… Bunların hepsi gelip geçer. Gönle işlenmiş hakikat ise kalıcıdır.

Fakat şunu da unutmamak gerekir: Hiçbir makam kalıcı değildir. Her makama gelenin bir gün gidişi olacaktır. Kulluk makamı dahi Azrail (a.s.) eliyle sonlandırılacak; emanet alınacaktır. Tabii ki bu dünyada o makamları dolduracak insanlar hep olacaktır. Ama o makamlarda oturanların, hakkı hak bilerek, emaneti adaletle taşıyarak hareket etmeleri gerekir.

Asıl mesele, insanın kendine şu hakikati hatırlatabilmesidir: “Bir gün bu makamdan uzaklaşacağım. Bana emanet edilen beden bile, yani şu can sarayı, bir gün elimden alınacak.”

İşte Hüdayî Hazretleri’nin hayatı bu hakikatin canlı şahididir. Dünya elbet fânidir, baki olan yalnızca kulluktur.

Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri, makamdan çileye geçen bir sûfî değil sadece. O, insanın kendi hakikatine nasıl varabileceğinin canlı ispatıdır. Onun hayatını okumak, aslında kendi içimizdeki zaafları, hırsları, tutkuları görmek içindir.

Ve bugün bize düşen, şu soruyu sormaktır:
Biz makam peşinde bir ömür mü tüketeceğiz, yoksa insan-ı kâmil olma yoluna mı gireceğiz?

İşte Hüdayî’nin asırlardan bugüne gelen çığlığı, tam da bu soruda saklıdır.

Yazım, herhangi bir şahıs, oluşum ya da grup için değil; tamamen genel bir değerlendirme niteliğindedir. Bu çerçevede okunmasını ve değerlendirilmesini rica ederim.

Saygılarımla
Taşkın Koçak

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir