ABD’nin küresel ekonomik hâkimiyetini hâlâ “tek merkezli bir imparatorluk” gibi okuyanlar büyük resmi ıskalıyor. Fakat gerçek, bu kadar basit değil. Küresel düzeni ayakta tutan şey, yalnızca büyük ülkelerin kas gücü değil; onların birbirine bağlandığı ticaret yolları, finans kanalları, teknoloji zincirleri ve kurumlar ağıdır. Bu nedenle Çin’in ABD’nin kurduğu ekonomik düzenin alternatifi olduğu fikri de çoğu zaman abartılı bir varsayıma dönüşüyor. Çin bugün ABD’ye rakip gibi görünse de, gerçekte ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrasında inşa ettiği ekonomik sistemin en büyük ve en kritik payandalarından biridir. Japonya, Almanya ve Güney Kore için de tablo temelde aynıdır.
ABD’nin savaş sonrası kurduğu hegemonya, klasik anlamda bir imparatorluk değildir. Ne Roma gibi vergi toplayan, ne de Britanya gibi doğrudan sömürgeci bir yapıdan söz ediyoruz. ABD’nin asıl başarısı, tarihte ilk kez küresel ölçektekurallara, kurumlara ve ağlara dayalı bir sistem kurmasıdır. Bu sistemin gücü, yalnızca ABD’nin kapasitesinden değil; başka ülkelerin gücünü bu sistemin içinde işlevsel hâle getirmesinden kaynaklanır.
1945’te dünya yalnızca yıkılmış şehirlerden ibaret değildi. Avrupa’nın sanayi altyapısı çökmüş, ticaret durmuş, para sistemleri dağılmıştı. ABD bu boşlukta askerî işgale dayalı bir düzen kurmadı. Bretton Woods’la dolar merkezli bir parasal mimari oluşturdu; IMF ve Dünya Bankası ile finansal istikrarın kurumsal çerçevesini çizdi. Marshall Planı ise yalnızca ekonomik bir yardım değil, aynı zamanda savaş yorgunu kıtaya “yeniden ayağa kalkma” imkânı sunan bir siyasi hamleydi. Dolar, tankların gölgesinde değil; krediyle, ticaretle ve yatırımla yayıldı.
Bu düzenin en kritik özelliği şuydu: ABD kendi çıkarlarını korurken, sisteme dâhil olan ülkelere de büyüme alanı açtı. ABD pazarı açıldı, sermaye dolaştı, teknoloji transferi yapıldı. Karşılığında kurallar büyük ölçüde Washington merkezli yazıldı. Yani hegemonya yalnızca zorla değil,rıza ve çıkar uyumu üreterek kuruldu.
Almanya ve Japonya bu tercihin en çarpıcı örnekleridir. Tarihte ilk kez mağlup edilmiş iki büyük sanayi ülkesi, klasik jeopolitik mantıkla zayıflatılmak yerine bilinçli biçimde yeniden güçlendirildi. Almanya Avrupa’nın sanayi lokomotifi hâline getirildi. Japonya, ABD güvenlik şemsiyesi altında Asya’nın üretim merkezi oldu. Bu ülkeler ABD’ye rakip olsun diye değil;ABD’nin kurduğu ekonomik mimariyi taşısınlar diye güçlendirildi.
Soğuk Savaş boyunca bu yapı yalnızca ekonomiyle sınırlı kalmadı. ABD, ekonomik ağınıkurumsal ve normatif bir mimariyle tamamladı. Birleşmiş Milletler sistemi savaş sonrası dünyanın siyasi meşruiyet zeminini oluşturdu. IMF ve Dünya Bankası finansal düzenin omurgası hâline geldi. GATT’la başlayan ve daha sonra Dünya Ticaret Örgütü’ne dönüşen ticaret rejimi küresel ticaretin kurallarını belirledi. Dünya Sağlık Örgütü, UNESCO ve FAO gibi yapılar ise bu düzenin sosyal ve insani katmanını tamamladı. NATO da bütün bu ağın güvenlik sigortası olarak işledi. Bu kurumlar yalnızca “teknik” yapılar değildi; ABD’nin kurduğu ekonomik modelinhukuki, politik ve normatif çerçevesini de inşa ettiler.
1970’lerde altın standardının terk edilmesi birçok kişi tarafından ABD hegemonyasının sonu gibi okundu. Oysa bu bir çöküş değil, evrimdi. Dolar artık altına değil; küresel ticaret hacmine, enerji piyasalarına ve ABD finans sisteminin derinliğine dayanıyordu. Petrol ticaretinin dolar üzerinden yapılması, ABD tahvillerinin küresel güvenli liman hâline gelmesi ve Wall Street’in merkezî rolü bu dönemde daha da güçlendi.
Bu aşamada Güney Kore ve Singapur gibi ülkeler sistemin kilit düğümleri hâline geldi. Güney Kore ileri teknoloji ve sanayi üretimiyle, Singapur finans, hukuk ve lojistik altyapısıyla ABD modelinin Asya’daki vazgeçilmez parçaları oldu. Bunlar bağımsız alternatifler değil;ABD’nin kurduğu ağın işlevsel halkalarıydı.
Sonrasında Çin sahneye çıktı.
1990’lardan itibaren Çin’in küresel sisteme entegrasyonu, ABD’nin en stratejik hamlelerinden biri oldu. Çin düşük maliyetli üretim, ölçek avantajı ve devlet yönlendirmesiyle küresel üretim merkezi hâline geldi. ABD ise finans, teknoloji, marka ve para sisteminin merkezinde kalmaya devam etti. Bu iş bölümü uzun süre çalıştı; çünkü iki taraf da kazandı: Çin üretimle büyüdü, ABD küresel düzenin merkezindeki rolünü pekiştirdi.
Bugün Çin’in ekonomik büyüklüğü sıkça konuşuluyor. Trilyonlarca dolarlık bir ekonomiden söz ediyoruz. Ama asıl soru şu: Bu büyümehangi sistemin içinde gerçekleşti? Cevap açık. Çin, dolar merkezli ticaret ve finans sistemi içinde büyüdü. İhracatını bu ağ üzerinden yaptı. Rezervlerini bu sistemde tuttu. Küresel tedarik zincirlerinin merkezinde yer aldı. Bu nedenle Çin’i “ABD’nin alternatifi” diye görmek, önemli bir faktörü kaçırmak demektir. Şunu açıkça belirtelim: Çin’in yükselişi, ABD’nin kurduğu ekonımik düzenin içinde gerçekleşti.
Bu, Çin’in hiç meydan okumadığı anlamına gelmez. Çin büyüdükçe kuralları sorgulamak ve daha fazla söz sahibi olmak ister. Ama alternatif olmak, yalnızca dev bir üretim gücüyle mümkün değildir. Alternatif olmak için para sistemi, finansal derinlik, kurumsal meşruiyet ve ittifak ağları gerekir. Çin’in gerilimi de tam burada ortaya çıkar: Sistemden koparsa büyümesini riske atar. “İhracatımı dolar üzerinden yapmıyorum” gibi keskin bir kırılma, Çin’in yaklaşık 3,6 trilyon dolarlık ihracatında sert bir daralmaya neden olur. Biranda %30’lara gerilemesi gibi bir şok yaşayabilir. Bu durum, Çin ekonomisi için adeta bir harakiri anlamına gelir. Ayrıca Çin Merkez Bankası’nın elindeki yaklaşık 3,36 trilyon dolarlık döviz rezervi ve Çin’in portföyündeki yaklaşık 1,2 trilyon dolarlık ABD tahvili, bu bağımlılık ilişkisinin ABD ile ne kadar grift olduğunun ispatıdır.
Japonya, Almanya ve Güney Kore için de benzer bir gerçeklik söz konusu. Almanya küresel sanayi dengesinin ana kolonlarından biridir. Japonya finansal istikrarın sessiz destekçilerinden biri olarak uzun yıllar sistemin görünmez garantörlüğünü üstlenmiştir. Güney Kore ileri teknoloji zincirinin vazgeçilmez halkasıdır. Çin ise küresel üretimin omurgasıdır. Bu dört ülke, ABD’nin kurduğu ekonomik modelin dışında değil; tam merkezinde durur.
Bu ağ yalnızca bunlardan ibaret değildir. Birleşik Krallık küresel finansın kalbi olarak ABD finans kapitalinin dış kolu işlevini görür. Fransa Avrupa içinde siyasi-askerî dengeyi, Afrika üzerinden ekonomik etkiyi sürdürür. Kanada ABD ile entegre enerji, finans ve sanayi yapısıyla Kuzey Amerika ayağını tamamlar. Avustralya ise hem hammadde tedariki hem de Asya-Pasifik’te Çin’e karşı jeostratejik denge unsuru olarak bu mimarinin vazgeçilmez parçalarından biridir. Hollanda’nın ASML üzerinden küresel yarı iletken ekosisteminde tuttuğu kilit rol, İsviçre’nin finans ve emtia ticaretindeki ağırlığı, İsveç’in teknoloji ve savunma sanayii, İtalya’nın Avrupa sanayi dengesi gibi unsurlar ise sistemin “yarı-payandalarını” oluşturur. Hindistan da henüz tam bir payanda olmasa bile, alternatif üretim üssü olma potansiyeli ve stratejik ağırlığıyla geleceğin denklemlerinde ayrı bir yerde durur.
Bugün yaşanan kriz, ABD hegemonyasının bir gecede çökeceği bir “son” değil. Daha çok, bu ağın düğümleri arasında senkron kaybı yaşandığı birdönüşüm. Enerji krizleri, demografik daralma, tedarik zinciri kırılganlıkları ve jeopolitik gerilimler uyumu zorluyor. Bu nedenle “ABD bitti, Çin geliyor” söylemi cazip ama eksik bir hikâye. Doğru soru şudur: ABD’nin kurduğu bu sistem yeniden mi şekillenecek, yoksa ağın yapısı mı değişecek?
Tarih bize şunu göstermiştir: Büyük sistemler gürültüyle yıkılmaz; yavaşça evrilir. ABD hegemonyası da bugün tam olarak bunu yaşıyor. Dolar hâlâ merkezde. Kurumlar hâlâ ayakta. Ağ hâlâ çalışıyor. Ama işleyiş biçimi tartışmalı ve daha kırılgan.
Sonuç olarak, Çin’i ABD’nin alternatifi gibi görmek ciddi bir yanılgıdır. Çin, Japonya, Almanya ve Güney Kore ile birlikte ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası kurduğu ekonomik modelintemel payandalarından biridir. ABD’nin gücü, yalnızca kendi kapasitesinde değil; başkalarının gücünü kendi sistemi içinde anlamlandırabilme yeteneğindedir. Ve tam da bu nedenle, ABD hegemonyası bir imparatorluk değil;kurallarla, kurumlarla ve ağlarla işleyen yaşayan bir sistemdir.
Saygılarımla
Taşkın Koçak